Güne yorgun başlıyor kimi zaman insan.

Mevsimden mi?

Yoksa, akşamdan kalmadan mı?

Bir ağırlık ki, eli iş tutmuyor insanın.

Benim yaşımdakiler böyle şurasından burasından şikayet ettiğinde “gençlik!” sözümle vurgumu koyuyoruz.

Sonrasında “Ya biz küçükken 40 yaşındakilere moruk derdik. Bizim çocuklarımız 40 lık oldular ve halen daha yaşlandığımızı fark etmemeye direniyoruz.”

Gülüşmeler.

Devamı:

“Bu yaşta şeker de olur, kolesterol de olur, böbrekler de naz yapar, hele ki prostat. Yani anlayacağınız yaş-lan-dık.”

Gerçeklerden kaçış yok.

Yine bu yaşlılığın da tesellisi var:

O da “İhtiyarlamamak” tabi ki.

Yaş doğal.

Ama yaşlanmanın dışında “ihtiyar oldum” dendiğin pil bitti.

Gittin abi.

Her açıdan yaşamla bağları zayıflar der büyükler.

 

Peki yaşlılığın sonu yok mu?

Var tabi ki.

Öteki dünyaya gittiğinde bitti.

Nihai son ile karşılaşmak  nasıl olsa kaçınılmaz. Önemli olan o son anında ihtiyar olmamak.

Yaşlan önemli değil.

Allah herkesi ihtiyarlıktan korusun.

 

Moruklukta böyle bir şey.

Eli yüzü tutmaz.

Vücudun organları işlevlerini yerine getiremez.

Ah-vahsız gün geçmez.

En kötüsü o!

 

Geçen gün yaşlı bir arkadaşım diyor ki, “ölümden korkmuyorum da, hastane hastane dolaşmak istemiyorum.”

Dedim ki, “en iyisi kalp krizi.”

Ama… Vurduğunda yarım bırakmayıp götürecek ki, imamın kayığına uzanasın.

 

Bugün bir yorgunluk var üzerimde.

Bahardan mı nedir?

Oysa etraf çiçek.

Mis gibi.

Toprakta açmış bağrını “ek beni” diyor.

Diyor demesine de, tembelleştik ya biz de.

Ah neydi o eski yıllar.

Bir gecede üç beş yerde mum  söndürmeler.

Tamam anlaşıldı diyeceksiniz ki, “Gençlik.”

Evet evet ondan !