Yazının başlığını görünce rahatlıkla “Bu dünyada kim yalan söylemiyor ki” diyebilirsiniz. Yaşadığımız çağın insanları egemenlik altına alma yöntemlerinden biridir yalan. Siyasetin, sermayenin toplum üzerinde etki yaratmak için yalanı ve algı yaratmayı ne denli çok kullandıkları ortada. Dünya tarihinin en acımasız o ölçüde de en korkunç savaşlarından biri olan II. Dünya Savaşı’nda iletişim araçlarının yetersizliğinden yararlanan savaşan taraflar toplumları ajite etmekte yalana, algıya sığınırlardı. Bu alanda radyolara çok iş düşerdi. Hele radyoyu etkili kullanana, konuşmacılara… Örneğin, Alman kuvvetleri Rusya steplerinde sürekli kayıp verirken Almanya’daki radyolar şanlı ordumuz Stalingrad’a girmek üzere şeklinde yayın yapabiliyorlardı.

Radyo, II. Dünya Savaşı’nın toplumlarını yönlendirmek açısından gerekli bir aygıt olarak savaş sonuna kadar taraflar arasında siyasetçilerin propaganda dediği yalan haberlerle insanların beyinlerini yıkadı. Savaş sonrası iletişim araçları hızla gelişti. Teknolojisi yüksek araçlara dönüştü. Televizyonlar, internet derken artık insanımız dijitali her alanda kullanıma soktu. Değişen bir şey olmadı. Bu defa yalanlar daha da yaygınlaştı. Tümü ile dünya halklarını olumsuz etkilemeye başladı. Uluslararası şirketlerle ilişkilerini günbegün geliştiren emperyalist iktidarların ise en çok kullandıkları yöntemlerden biri toplumlar üzerinde algı yaratmaktır. Bu işler için artık en son teknolojiler ellerindedir. Sosyal medya, televizyonlar, reklamlar, akıllı telefonlar(!) ve de siyasetçilerin dört bir yana yaydıkları görüntüler, konuşmalar insanların beynini tutsak almaktadır. İstenilen; düşünmeyen, sorgulamayan, suskun, iktidarlarının her dediğine biat eden insanlar topluluğu yaratmaktır artık. Varsıl ile yoksul arasındaki uçurum giderek derinleşmekte adeta yoksulluğun değil, yoksulların ortadan kaldırılacağı bir siyaset tüm zengin devletlerin acımasızca kullandığı bir sisteme dönüşüyor.

İnsanlık giderek belleksizleşiyor. Geçmiş felaketlerden, savaşların getirdiği yıkımlardan, ölümlerden, hastalıklardan ders çıkarmayı beceremiyor. Mesela II. Dünya Savaşı üzerine yazılmış onca bilgiyi, edebiyatın zirvesine oturmuş yapıtları ve yine savaş üzerine çekilmiş belgeselleri, filmleri günümüzde okuyup seyreden var mı? Doğrusu evet yanıtını alacağımdan kuşkuluyum. Dünyanın bu karmaşık haline çözüm için yaratılan sahte algılardan çok özgür ve bağımsız düşünceye ve akla ihtiyacımız var. Hayatı sevmeye ve hayata tutunmaya.

II. Dünya Savaşı edebiyata bir isim bıraktı. ‘Yıkım Edebiyatı.’ Savaş karşıtı pek çok yazarın, çizerin, senaristin emeği var bu edebiyatın oluşmasında. Bunlardan biriydi Wolfgang Borchert. Tiyatro, kabare ve şiirle uğraşan gencecik bir Alman delikanlısıyken savaşa alındı. Rus cephesine gönderildi. Hastalanıp döndüğünde bu kez savaş karşıtı yazıları ve söylemleri dolayısıyla cezaevine konuldu. 20 Kasım 1947’de öldüğünde sadece 26 yaşındaydı. Ama insanlığa yapıtlarıyla koca bir miras bırakmıştı. Faşizmi konu alan “Kapıların Dışında” tiyatro oyununun sahnelenişini görme şansı bulamamıştı. Celal Üster’in ustalıklı kaleminden Türkçeye çevrilen, işçiler için yazdığı Manifesto günümüzde de pek çok ülkede yeniden okunuyor. Şiirleri dünyanın çeşitli dillerine çevriliyor, öyküleri de öyle. Bu usta yazar ve yiğit devrimciyi Ayşe Sarısayın’ın dilimize çevirdiği “Ay Yalan Söylüyor” adlı şiiriyle bir kez daha anmak istedim.

Duvara tuhaf bir resim çiziyor ay.
Tuhaf? Parlak bir dörtgen.
Biraz eğri, koyu gri,
daracık çizgilerden.
Bir balık ağı, ya da örümcek yuvası?
Ah, titreşiyor kirpiklerim,
pencereye bakınca gördüğüm :
Demir parmaklıklar!