Dile kolay; beş yılı aşkın bir süre olmuş “köşe”lerden ayrı kalalı. 20 yılı aşkın bir süre hiç ara vermeden yazmışsanız, yazmaktan uzak kalmak haliyle içinizde bir uhde olarak kalıyor. Konuşmak istediklerinizi konuşamayıp da yutkunmak gibi bir şey bu. Kamuoyuna yol göstereceğini düşündüğünüz fikirlerinizi, önerilerinizi, eleştirilerinizi sürekli kendi içinizde biriktiriyorsunuz. Yıllarca kamuoyunun içinde olmuş deneyimli biri olarak “Aslında şöyle olmalı, şunlar olmamalı “ diyorsunuz ama kendi kendinize beyin jimnastiği yapmaktan, yada bir arkadaşınızla kahve sohbeti yapmaktan ileri gidemiyorsunuz. Fikirlerinizi, önerilerinizi, eleştirilerinizi kamuoyuyla paylaşamamanın sıkıntısını hissediyorsunuz içinizde. Hele hele, yazmak sizin için bir yaşam biçimi olmuşsa.

 

Gazetecilikte muhabirlik ile köşe yazarlığı farklı vasıfları gerektirir. Ancak, köşe yazarlığının yolu da genelde muhabirlikten geçer. Haber takibi kuvvetli çok iyi muhabir olabilirsiniz ama bu çok iyi bir “köşe yazarı” olacağınız anlamına gelmez. Hatta, köşe yazarı olabilecek niteliklere sahip olduğunuz anlamına da gelmez. İkisi birbirinden çok farklıdır ve farklı nitelikler ister. Her ikisinin yolu iyi bir eğitim almaktan ve iyi bir mesleki deneyimden geçse de, ortak yönleri kadar farklı yönleri de vardır. Muhabirlik; sınırlı olmak kaydıyla haber kaynaklarıyla iyi ilişkiler kurabilmeyi, haber kaynaklarını mümkün olduğunca genişletebilmeyi, takipçi olabilmeyi ve mesleğin olmazsa olmazları arasında yer alan bilgileri bilmeyi gerektirir. Köşe yazarlığı ise; iyi bir analist olmayı, fikir üretkeni olabilmeyi gerektirir. Her ikisinin ortak yönleri ise; gelişmeleri yakından takip edebilmek, iyi bir gözlemci olabilmek, çok yönlü olabilmek ve iyi bir araştırmacı olabilmektir. Kısacası, muhabir haber sunar, köşe yazarı ise sunulan haberleri kendi fikirleriyle harmanlayarak analiz eder; eleştirir, önerir, yeni fikirler ortaya koyar. Her ikisinin de gazetecilikte kabul görmüş yazım teknikleri vardır. Bunlar da, haberin veya köşe yazısının iyi anlaşılırlığında temel unsurlardır.

 

Bölgemiz; TV, radyo, gazete ve internet haber siteleri göz önüne alındığında, sayısal açıdan yerel basın ortalamasının en yüksek olduğu bölgelerden biridir. İlk sıralarda yer aldığını söylemek sanıyorum yanlış olmayacaktır. Ülkemiz genelinde de yerel basın kuruluşlarının sayısı gittikçe artmaktadır. Yerel basın kuruluşlarının sayısının çok olması, nitelik ve nicelik açısından bilimsel olarak tartışılmaktadır. Bu konuda ortak bir görüş de yoktur. Mesleki anlamda uzmanlaşmış olan kimileri, yerel basındaki bu artışı “çoğulculuk” ve “çok seslilik” olarak değerlendirip iyiye yorumlarken, kimileri de bu durumun nitelik kaybına neden olduğu görüşünü savunmaktadır. Bu iki görüşe de katılan ve her ikisinin iyi yönleri kadar sakıncalı yönleri olduğu görüşünde birleşenler de vardır. Fakat, ne kadar tartışılıyor olsa da neticede piyasa kuralları işlemektedir. Gresham Kanunu, “İyi para, kötü parayı kovar. “ der. Yani, belirleyici olanın piyasa şartları olduğunu varsayar. Habercilikte de, ifade özgürlüğü kapsamında insanların haber alma ve haber yayma hakkının engellenemeyeceği genel kabul gören bir ilke olduğundan, “iyi basının kötü basını kovmasını” beklemek sanıyorum en doğru yaklaşım olacaktır.

 

Basının olmadığı ya da basının olup da toplumsal çıkarlara hizmet etmediği yerde demokrasiden, kamuoyu gücünden söz etmek mümkün değildir. Bunun için, basın; yasama, yürütme ve yargının ardından “demokrasinin dördüncü kuvveti” olarak kabul edilmiştir. Bu gücün ne kadar toplum yararına kullanıldığı ise geçmişten günümüze kadar tartışılan bir konudur. Bu tartışma daha da devam edecektir. Demokratik sınırlar ve etik değerler çerçevesinde haber ve fikir yayma, eleştiride bulunma hakkı sonuna kadar kullanılmalıdır. Bu basının en doğal hakkıdır ve buna kısıtlama getirilemez. Ancak, basının veya basın mensuplarının da, eleştiri sınırlarını aşıp, kimseye hakaret etmeye veya belli kişi ve çıkar gruplarına hizmet ederek kamuoyunu yanlış bilgilendirmeye hakları yoktur. Bu yönüyle basın her zaman tartışılmıştır ve bundan sonra da tartışılmaya devam edecektir. Her bireyin “benim basınım” diyebileceği, kendi fikirlerine yakın bir basın kuruluşunun olması doğaldır ama doğrunun bulunması için ayrılan fikirlerin toplumsal çıkarlara hizmet edilmesi noktasında birleşebilmesi gerekir. Bölgemiz basının da bu anlamda kendini sorgulaması; kişisel çıkarlar ile toplumsal çıkarları ayırt edebilmesi, siyasilerle veya iş çevreleriyle olan yakın ilişkilerin etkisi altında kalmaması gerekir. Çünkü, bu tür çevrelerle ilişkilerini sınırları içerisinde tutamayan gazeteci, başlangıçta yakın ilişki içinde olduğu kişilerin fikirlerini yazılarına yansıtacak, bu ilişkiler biraz daha derinleştiğinde kişilerin fikirlerini kendi fikirleri gibi benimseyecek, daha da derinleştiğinde ise kendini artık o fikrin temsilcisi gibi hissedecektir. Dolayısıyla, tarafsız olması gereken haber "taraf" olacak, gazetecinin etkisi altında kaldığı ya da benimsediği fikrin mensuplarını memnun ederken, diğerleri tarafından tepkiyle karşılanacak, toplumsal inandırıcılığı ise hiç olmayacaktır.   Günümüz yerel ve ulusal basını bunun örnekleriyle doludur. Gazeteci; tüm fikirlere ve bu fikirlerin sahiplerine, temsilcilerine eşit mesafede yaklaşmalı, her zaman  tek taraflı fikirlerden arınabilen kendine özgü bir fikrin sahibi olmalıdır. Bunu yapamayan gazeteci, her zaman belli bir kesimin basındaki sesi olarak algılanacak ve bana göre inandırıcılıktan da uzak olacaktır. İnandırıcılığı olmayan bir gazetecinin de kamuoyunun desteğini arkasına alması mümkün değildir. Onlar, çıkarlarına hizmet ettiklerinin övgüleriyle avunmaya mahkum kalmaktan ileri gidemeyeceklerdir.

 

Gazetecilik, belki de vicdan muhasebesinin en fazla yapılması gereken mesleklerden biridir. Vicdanınızla, bireysel çıkarlarınızı, hırslarınızı yüzleştirebildiğiniz sürece etik değerlere bağlılığınız artacaktır.

 

Gazetecilikte yaşanan temel sorun da zaten mesleki etik değil midir?...