Onca acının, ekonomik ve sosyal krizin, işsizliğin,emek sömürüsünün yaşandığı şu günlerde eski Beyoğlu üzerine yazı döşenmek de nerden çıktı diyebilirsiniz. İlk bakışta haklı da olabilirsiniz. Ne var ki böyle bir yazı için benim de gerekçelerim var. Mesela eleştirel gazeteciliğe sayfalarını açan gerçek haberciliğe prim tanıyan kaç gazete kaç televizyon kaldı ki basın yayın sektöründe? Adaletsizlikten, eğitimsizlikten, kamuoyunun haber alma bilgilenme hakkından, kadına şiddetten çocuk tacizine dek yazıyoruz çiziyoruz da ne oluyor? Kulak asan, tepki gösteren mi var. Eh durum bu kerteye gelince bir masa etrafına çöreklenip rakı eşliğinde “ne olacak bu memleketin hali? Ne olacakbu gazeteciliğin encamı?” diye söylenmekten başka çare kalmıyor bize. Kimilerini kızdırmaktan öte bir yararı olmayan yazılarımın yerine eski Beyoğlu’ndan, kıyısından köşesinden benim de bulaştığım, bohem yaşamından, dönemin tiplerinden, meyhanelerinden söz açayım istedim. Bir küçük gülümseme yayılsın yüzümüze. Peki,eski Beyoğlu meyhanelerini kim anlatır en iyi? Elbette şair Ece Ayhan. Gelin Ece Ayhan’ın renkli üslubundan okuyalım:
Panayot meyhanesi.
Lambo.
Lefter.
Diamondi meyhanesi.
Cumhuriyet.
İmroz.
Neşe.
“Bunlar meyhanelerdir. Cumhuriyet meyhanesinin girişi alt kat birahanedir.”
panayot koltuk meyhanesi. Kurşun kalemle çizilmiş bir resim gibi.
Tombalacı Ceylan cezaevinden daha yeni çıkmıştır. 6. Koğuş adı verilen en dipteki bölümde, ayakkabısızdır. Tombala torbasından daha bir tek taş çektirememiştir. İşsiz güçsüzdür ama nereden bulmuşsa bulmuş üzerinde akan ipek gömleği ve lacivert yeleği vardır. Belinde de kırmızı bir kuşak, sarılmış.
Bayrampaşa’dan buraya panayot’a, alışkanlıktan olacak, Topkapı’dan başlayarak eski tramvay yolunu izleyerek yaya gelmiştir. 
Fıçılı Panayot İngiliz Konsolosluğu’nun karşısındadır. İdris’in çocukluğunda Panayot’un kapısında ‘Panayot’ yazıyordu ama 6/7 Eylül 1955 olaylarından sonra Meral Şarapları olmuştur.
…YATIRINCA, renkli mumlar, borazanlar, küçük trampetler, düğünlerde serpilen konfeti kağıtları pul pul, krepon kağıdından ejderhalar, ksilafonlar için tahta tokmaklar, çiçek dürbünü dediğimiz ve bir türlü doğru telaffuz edemediğimiz klaydeskoplar.
Japon oyuncak mağazası:
Değil içeri, içeriye ve içerisine girmek; camekânına bile bakmaya çekindiğimiz rengarenk Japon Oyuncak mağazasını hatırlıyorum. Dükkânepeyce içerlek ve anacadde üzerindeydi. Ağa Camisi’nden Galatasaray Postanesi’ne gelirseniz, Ses pasajı ve Ses operetinin iki üç dükkan ötesi. Ancak Hava Çeliği takımından arkadaşlar yokken camekâna bakabiliyorsun.
(Yetvart, Ohannes, Sait, Tarzan, Zeki, Arslan, Stefan, Yorgo, Güngör… Gülümser, Mari, Despina…)
…maskeler, koni biçimli karton şapkalar, küçük akordeonlar, küçük vurmalı çalgılar, bandoneonlar, ağız mızıkaları, kedi merdivenleri Japon fenerleri, yatırınca gözleri kapanan ama ağlayan bez bebekler, kurşun askerler, tombalalar, tombala kağıtları, satrançlar…
Peşkir, maşrapa, cacala…
Horoz kadınların, tütün idaresindeki, birbirlerine meydan okuyan ve elleri bellerinde ve eteklerini savurarak karşılaşmaları. …Carmen filmini izledik. Üstü renkli tenekelerle kaplanmış sandıklar. İçlerinde yağdanlık, üç etek, kadife entariler, börümcükten sabahlıklar…
Eskiden hassas terazilerle tartarlardı duyguları. Şimdi galiba kantar! Hatta baskül bile olabilir.
Alıntı: Morötesi Requiem