Geçen hafta “Basın Özgürlüğü Ödülleri” dolayısıyla oluşturulan seçici kurulda dostlarla birlikteydik. Seçici kurul üyelerinden biri de kadim dostum, Türkiye Yazarlar Sendikası Genel Başkanı Adnan Özyalçıner’di. Pandemi yüzünden nicedir görüşme olanağı bulamamıştık. Toplantı öncesi uzun uzun sohbet etme, özlem giderme fırsatı bulduk birbirimizle. Sevgili Sennur Sezer için yayımlanan yeni kitabı “Perşembe Mektupları”nı masamın üzerine bıraktı. Üstelik de imzalı olarak. Çok mutlu oldum ve belleğimde Sennur’la ilgili biriken kimi anılar canlandı. Mektuplarının bazılarını Evrensel’deki yazılarında okumuştum. Ama şimdi bir kitap olarak karşımda duruyorlardı. Hem de Sennur’un yazarlara, çizerlere ve sanatçılara yazdığı o keyifli mektuplar… Bu yazımda biraz ilk tanışıklık yıllarımıza ait anılardan söz etmeye çalışacağım. Bayram tatilinde siyaseti bir kenara iterek.

Adnan’la Sennur İstanbul’u, deyim yerindeyse karış karış bilen iki edebiyatçıydı. Adnan ülkenin yetiştirdiği en iyi öykü yazarlarından biriydi. Özellikle eski İstanbul’u anlatan öykülerini hâlâ yeniden okur ve de bundan büyük keyif alırım. Sennur Sezer de duyarlı, daha çok da emek şiirleri yazan değerli bir arkadaşımızdı. Bunları yazarken bir anekdotu da sizlerle paylaşmak isterim. Evrensel’in kardeş kuruluşu Hayat Televizyonu kapatılmadan önce Sennur Sezer oraya bir program yapıyordu. ‘Maksat Muhabbet’ adlı bu program izleyiciler tarafından sevilerek, beğenilerek izleniyordu. Sennur bir gün telefon etti. ‘Maksat Muhabbet’te Yenikapı’yı konuşalım diyordu. Olumlu yanıt verdim elbette. Ekibiyle birlikte geldi. Çekimleri odamda yapacağız. Kameraman ve teknik ekip dışarıda hazırlık yaparken biz balıklama Yenikapı üzerine lafa daldık. Hem konuşuyor hem eski dostları, eski olayları anımsadıkça kahkahaları patlatıyorduk. Derken içeri kameraman arkadaş girdi. “Efendim siz anlatacaklarınızı aranızda konuşuyorsunuz. Kameraya anlatacak ne kaldı?” Gülmeye başladık. Kameraman arkadaşımız haklıydı 1960’ların Yenikapı’sını, Kemal’in Kahvesi’ni ve eski dostları anlatırken dalıp gitmiştik. Erken kaybettik Sennur Sezer’i. Şiirlerini karıştırdıkça sık sık anımsıyor, dostluğunu özlüyorum.

Şimdilerde genç okurlar bu Yenikapı muhabbetinin ne olduğunu merak edeceklerdir. Hani Sayın Cumhurbaşkanımızın “Eski İstanbul’da hiçbir şey yoktu. Yeni olan her şeyi biz getirdik.” deyişi var ya. Ben de naçizane İstanbul’un o dönemde güzel semtlerinden biri olan Yenikapı’nın küçük bir parçasından söz açayım istedim. 60-61 yıllarında üniversite öğrencisiyiz. Derslerden arta kalan zamanlarda Yenikapı’ya gidiyoruz. Yenikapı’da iki katlı küçük bir kahve var. ‘Kemal’in Kahvesi’. Kemal erken gelen müşterilerine ballı sandviç yapardı. O küçücük mekan büyük bir topluluğa kendisini sevdirmeyi başarmıştı. Akşamları ise çakılların üzerine oturulur sohbetler yapılır, edebiyat, şiir, sinema konuşulurdu. Zaman zaman da elbette politika. 1950’li yılların kitap yasaklarının, yayın yasaklarının acısını çıkarıyorduk adeta. Yeni yeni kitaplar basılıyor, tiyatrolarda Türkiye’de oynanabileceğini hayal bile edemeyeceğimiz tiyatro oyunları sahneleniyordu. Kemal’in Kahvesi ilginç bir yerdi. Üniversite öğrencilerinden sanatçılara, yazar, şair ve ressamlara dek geniş bir kadrosu vardı. Daha çok sol ya da sosyal demokrat görüşlü arkadaşlar kalabalığı oluştururdu. Kemal’in Kahvesi’nin yaşça bizden küçük ama çok yetenekli tiyatrocuları da vardı aramızda. Mesela Müjdat Gezen, Savaş Dinçel, Ali Poyrazoğlu gibi.

Yıllar geçti ama o dönemin Kemal’in Kahvesi’nin değişmeyen kadrosuyla hala dostluğumuzu sürdürüyor o güzel günleri sıkça yad ediyoruz. Mesela Doğan Hızlan, Prof. Dr. Şehirbay Özkan, Adnan Özyalçıner, Tiyatro Eleştirmeni Üstün Akmen, Av. Teoman Dikmen Dinç, Av. Tunga Ungun, Av. Ozan Bengisu, Prof. Dr. Toktamış Ateş, Prof. Dr. Afşar Timuçin ve daha niceleri. Savaş Dinçel, Prof. Dr. Toktamış Ateş ve Üstün Akmen erken ayrıldılar aramızdan; bize bu tatsız ve acılı günleri bırakarak…

Bu yazıyı bayrama özgü bir yazı kabul edin. Ama bu ülkenin güzelliklerini ve yaşama şansına erişmiş bir kuşaktan olduğum için zaman zaman eski İstanbul’a ilişkin anılarımı okurlarımla paylaşmak isterim. Görün bakalım eski İstanbul mu yoksa yenisi mi?

Bu yazıyı deniz özlemini yansıtan bir şiirle sonlayacağım. Fransız Şair Stephane Mallarme’den “Deniz Meltemi” Türkçeye aktaran Orhan Veli Kanık.

Bütün hazları tattım, kitapları okudum,
Ah, kandırmadı; kaçmak, kurtulmak istiyorum.
Bir başka köpükle gök arasındaki kuşlar
Orada şimdi kim bilir ne kadar sarhoşlar!
Deniz çekiyor, deniz, kim tutabilir beni;
Gözlerde aksi yanan o eski bahçeler mi?
Geceler! Mahzun ışığı mı yoksa lambamın,
Beyaz kâğıda vurur, korkar dokunamazsın;
Ne o, ne de çocuğuna meme veren taze;
Gideceğim, ey gemi, bilinmedik ellere.
Demir al, sallayarak direklerini. Sızlar
Yürek ümitle, ama sonra her şeyi anlar.
Belki de fırtınaları çağıran direkler,
Şu anda rüzgârla gelecek ölümü bekler,
O zaman ne yelken, ne de ümit... ama sen yine
Kalbim, gemicilerin şarkılarını dinle.