Hukuk, toplumların yaşamında süs değildir. Mahkeme kararlarının kenar süsü, hiç değildir.

Hukuk nedir?

Hukuk nasıl olmalıdır?

Bu iki soruya sürekli yanıt aramaktan yorgun düşürülmüş, gönlü zengin bir ülkede yaşıyoruz.

Ülkede hukuki sorunların çözümünde, bilmeceler bitmiyor.

Neden hukukla ilgili benzer soruları sorarak yaşadığımız sorusu herhalde yaşamımızın bilmecesi, bilmeceyi çözünce öleceğiz, kapalı kapılar açılacak, kapıları tutanlar gidecek.

Ben devletim; döverim, söverim, hapsederim, cezalandırırım, serbest bırakırım, kanun yaparım, kanun bozarım, değiştiririm, değiştirmem, insancılım, gayriinsaniyim…Ve ben ne istersem oyum ve istemezsem ben o ben değilim…

Sırtını hapishane duvarına dayamış güneşlenen, karantinada sokağa çıkma izni kullanan, mesafelerle mesafeleri yürüyen herkese devlet; şevketli elini uzatır, merhametlidir, bağışlayıcıdır. Bana “devlet baba” deyin der. “Devlet sağ olsun” cümlesini sık sık duyarsınız. Şevketli ellerini nasıl ve kimlere uzatacağına devletin kendisi karar verir. Şevketli eller bazen tokat atar. Olsun hak etmişler varsa onu da devlet bilir, onları şevketli elleriyle cezalandırır, hukuk kendisinindir, kendisi hukuktur. Uyruklar onun hukukuna bağlıdır, o kendi hukukuna bağlı değildir.

Şevket Arapça isimdir. Büyüklük, ululuk, yüceliktir. Eskiden padişahlara büyüklük ve güç sahibi anlamında “şevketmeab” denirdi. Padişahları nitelemede kullanılan bu sıfat artık kullanılmıyor.

Acaba hukuk nedir?

Hak sözcüğünün Arapça çoğulu hukuk demektir. Ama bazen hak karşılığı olarak kullanılmadığı gibi, hak sözcüğü de adalet, kanun ve adetlerin karşılığı olarak kullanılmaz.

İnsanlar için “onunla eski hukukumuz vardır” denilir. Acaba devlet için “onunla eski hukukumuz vardı” denir mi?

Herkes herkese ve devlete hukukumdan vazgeçmem, diyebilir.

Hukuk denildiğinde, bir şey ifade ediyor, bir şey kastediliyor. Kavram arayışındaki en büyük boşluk hukuk var mı yok mu sorusudur. Yurttaşlar devletlerine bu soruyu sorarak seslenir. Bizde ise devlet yurttaşıyla sürekli kavga ettiğinden, kavgada bile hiç mi hukuk yok diye soran yurttaşların sesleri kısılır, cezalandırılabilir.

Hak sözcüğü ise; yaşamımızın parçasıdır. Haktan ayrılmamak, bir şeyi hak etmek, cezayı hak etmek, hakkı olmak, davasının doğruluğu nedeniyle hak kazanmak, birisine davasını doğru bulduğumuzdan hak vermek veya zor bir işi başarınca hakkından gelmek gibi…

Hukuk geniş olarak hukuki kuralların bütünü, bazen belirli kuralları, bazen yürürlükte olan hükümleri, bazen de olması gereken kuralları ifade eder (Geniş bilgi için. Prof. Dr. Ernest Hirş. Hukuk Felsefesi ve Hukuk Sosyolojisi Dersleri. Banka ve Ticaret Hukuku Araştırmaları Enstitüsü. 1996).

Ne hukuk, ne hak deyimi henüz kastedilen veya istenilen anlama kavuşmamıştır.

Bir çok şey hukuk ve hak deyimlerinin karşılığı olabilir. Hukuk her zaman çok çeşitli kavramların karşılığı olarak kullanılmaktadır. Doğal olarak kavramlarımızla bilgiye ulaşırız. Her kavram insan için bilgiyi mümkün kılan bir araçtır, ama bilginin amacı değildir. Bilim tarihi birbirini izleyen kavramlar tarihidir. Tam anlamıyla hukuk ne demektir sorusunun yanıtı henüz verilmedi. Kant açıkça şöyle diyor: “hukukçular, herkes tarafından kabul edilmiş olan bir hukuk tanımı bulamamışlardır”.

Milattan önce ve sonra hukuk hep vardır. İnsan toplulukları hukuksuz düşünülemez.

Tek tanrıya bağlanan dinlerin yayılmasıyla ortaya çıkan “en yüksek egemenlik sahibi tanrıdır” düşüncesi “Hukuk tanrısal bir emirdir” görüşünü beraberinde getirmiştir. İ.Ö 12 ve 13 yüzyıllarda Musevi dininde devlet adamları her şeye kadir olan tek bir Tanrı’nın emirlerini yerine getirmekle yükümlü kılınmışlardı. Hristiyanlıkta Kilise çok güçlü bir otoriteydi. İslamiyet’te ise, devletin kendisi şeriat hükümlerini uygulamakla yükümlüydü. Hıristiyanlık ve dinle ilgisiz kanunlar yayılmaya başlayınca devleti ve kanunları Tanrı’nın emri olarak anlamak mümkün olamazdı. “Zaten İsa “Benim saltanatım bu dünyada değildir” ve “Tanrı’nınkini Tanrıya, Kayzer’inkini Kayzer’e verin” demekle dünyevi devletin işlerine karışmak istemediğini belirtmiş bulunuyordu” (Hirş Ernest).

Sonra ortaya çıkan “Hukuk en güçlü olanın iradesidir”; düşüncesine göre, hukuk, insanların veya belirli bir topluluğun en güçlünün iradesidir. Devlet, millet, site gibi kavramların ortaya çıkmasıyla kendini gösteren bu hukuk anlayışına göre; “en güçlü” kavramı siyaset alanında güçlü olandır. Gücünü Tanrıdan alır. En güçlünün iradesi keyfi bir iradeye dönüşebilir. En güçlü zorba veya hükümdar olursa, bu hukuk anlayışı “hukuk” kavramını açıklayamaz. Machiavelli “Hükümdar” adlı kitabında; devlet olmadan hukuk olmadığını ve hukukun devlet kavramının iradesini ifade ettiğini belirtir. Hükümdarın kişisel menfaatleri devletin menfaatleridir ve bu hukuka “uyruklar” tabidir. En açıklanamaz durum ise; iradesi hukuk demek olan hükümdar, kendi iradesi demek olan hukuka tabi değildir. XIV Lois’in ünlü sözleriyle “Devlet demek, ben demektir”.

Bir diğer düşünce; “Hukuk milletin genel iradesidir”. J.J. Rousseau’nun görüşüne göre hukuk bir iradedir ve ne Tanrı’nın ne de en güçlü olanın değil milletin genel iradesidir. Bireylerin hukuka olan bağlılıkları açıklanamayan bir olgudur. Kabul edilen böyle bir gerçeğin nasıl ortaya çıktığının mantıki açıklaması zordur ama bu olgunun haklı olduğu kanıtlanabilir. Milletin genel iradesi toplumsal bir vicdan olarak her bireyde vardır Rousseau’nun görüşünün temeli olan iradenin varlığı özgürlüktür ve ona göre insan özgür doğar.

Herkes özgürlükten, kendi özgürlüğünden söz eder. Görece bir kavram olarak kanunlarda “özgürlük” sıkça geçer. “İnsan özgürdür” demekten anlaşılması gereken insanın hangi etkilerden, sınırlandırmalardan kaçıp kurtulduğudur. Bir başka görüş ise; bireyin kendi hareketlerini, kendi seçtiği biçimde yapabilmesi gerçek özgürlüktür. Bireyin kendi kişisel iradesiyle kendi davranışlarını tayin edebilme iktidarıdır. (Nietzsche).

Voltaire göre; “Özgürlük kanundan başka bir şeyle bağlı olmamak demektir”. Spinoza ise; “yalnız kendi doğası sayesinde var olan ve davranış biçimlerini yalnız başına belirleyebilmek erkine sahip bulunan canlı özgürdür” der ve ekler: “Yalnız aklın emirlerine göre yaşayan insanlar özgür olabilirler” ...

Marx’a göre; “bir insan hakkı olarak özgürlük, insanlar arası birlik ve beraberliğe, dayanışmaya değil de, insanın insandan koparılıp yalıtılmasına dayanır; bir tecrit hakkı olarak, herkesten ayrılıp kendi içine kapanan bir sınığın kayıtlanmış bireyin hakkıdır”.

Bütün bu tartışmalar bitmedi. Hangisinin hangisinden üstün ve kabul edilebilir olduğu, hukuk denilince ne anlaşılması gerektiği hakkındaki görüşler tükenmedi…

Bizim ülkemizde tüketildi.

Beraat kararı veriliyor, kimse memnun olmuyor. Mahkûmiyet kararı veriliyor, özgürlükleri ortadan kaldırdığı için hukuksuz olduğu ileri sürülüyor. Mahkûmiyet kararı toplum ve birey vicdanında çok daha haklı ve hukuka uygun kabul ediliyor. Kanunlar, özgürlükleri ihlal ediyor. Özgürlükleri ve haklarını kötüye kullanarak ceza hukukunu araçsallaştıran devletler suç işliyor, temel insan haklarını ihlal ediyor ve kendisini hukukla bağlı sayıyor.

“Nasıl hukukun kendisi salt iradenin ürünü değilse, suç da, yani toplumda egemen koşullara karşı bireyin verdiği mücadele de salt iradenin ürünü değildir, suç da aynen hukukun şartlandığı biçimde şartlanmıştır. Hukukta bağımsız ve genel iradenin buyruğunu keşfeden hayalperestler ise, suçta da hukukun basit, sıradan bir ihlalini görmekle yetinirler” (Engels).

Bütün bunlar kimin iradesi, kimin hukuku, kimlerin hakkı, nasıl suç ve neden ceza?

Suç ve cezayı tanımlayan kanunlar, onu var eden hukukun bizatihi kendisi hukuka aykırıdır. Ülkemizdeki hukukun bu hukuka aykırı hali kötülerin hayalperestliğinin gerçekliğidir. Tıpkı hukuk gibi; suçun ve cezanın basit ve sıradan bir ihlal olarak görüldüğü şartlanmasından kurtulamadığımız sürece gönlü bol ve hukuku boş olan insanlar olarak yaşarız.