“Postacı Yaşar” ne adamdı ama.

Kime ne getirdiğini bilirdi.

Öyle bilirdi ki, müjdeyi almadan gitmezdi.

Çünkü o yıllar postadan kredi kartı borcu ödeme emri gelmezdi ki!

O yıllarda protesto diye bir belge de yoktu!

O yıllarda son sözü “büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim” ifadesi olan mektuplar gelirdi.

Kimilerinin içlerinde kurutulmuş çiçek bile vardı.

Hele ki fotoğraflar.

Nasıl da elden ele gezerdi.

Ya okuma bilmeyenler!

Gelen mektubu okutmak için okuma yazma bilen komşu ararlardı.

Ah o yıllar.

Posta Yaşar’ın verdiği hizmetleri unutur muyuz?

Unutulmaz ki, halen daha hatırlıyoruz dost sohbetlerinde.

Ne yürürdü değil mi?

Koskoca Kandilli’yi dolaşmak kolay mı öyle?

Yaylasından Aşağı Kandilli’sine, Uzun Mehmet Mahallesi’nden Kızılsu’ya, 92’sinden Yayla’ya adım adım bilir ve hangi evde kimin oturduğunu ve kümesteki tavuğuna kadar bilirdi.

Ne güzel şarkıydı o:

“Bak postacı geliyor selam veriyor, herkes  ona bakıyor merak ediyor.”

Ya şimdi?

Postacı gören kaçıyor valla!

Çünkü taşıdığı özlem ve aşk kokulu mektuplar değil ki!

**

Bizim Kandilli’de  çok eskiden bir ocak vardı. Bu ocak Yayla Mahallesi ile Kızılsu arasındaki eski Zonguldak karayolu üzerindeydi.

Ocak dediğim minik bir şey.

O şey Yayla’dan inerken sol yamaçta ve toprağın içindeydi. Biz kazardık orayı ve kibritle yakardık.

Ne de güzel yanardı.

Kimi zaman sönünce, yoldan geçmekte olan bir başkası yakardı ocağı.

O ocağın enerjisi de metan gazıydı.

Yerin altı taşkömürü olunca, yeryüzüne sızdığı noktalardan birini kim bulmuş ise bulmuş ve yakmıştı.

Madenci feneri gibiydi.

Sanki kömür Kaşifi Uzun Mehmet bizleri selamlıyordu.

Kandilli deyince aklıma, bu tür küçük ama önemli anekdotlar düşüyor.

Aklıma gelince de, bizden sonrakiler için not olsun diye yazıyorum işte.

Ah o Kandilli ah!

Teleferiğinin altında bile düşen kömürleri az mı topladık.