Genel Maden İşçileri Sendikası Genel Başkanı Ramis Muslu, Büyük Ankara Yürüyüşünün 20. yılı için düzenlenen programda yaptığı konuşmasında, ülkenin ihtiyacı olan 5 milyon tonluk bölümünün TTK’nın karşılamasını istediklerini vurgulayarak, “Her şeyden önce ülkemiz, küreselleşmeci politikalardan derhal vazgeçmeli ve üretim ekonomisine dönmelidir. Türkiye, kendi doğal zenginliklerini en verimli şekilde kullanmalıdır” dedi.

Özelleştirmelere, yabancılaştırmalara ve taşeronlaşmaya karşı, sosyal hakların törpülenmesine karşı, gelir dengesinin daha da bozulmasına karşı, devletin bir yabancı sermaye bekçisine dönüşmesine karşı direnmek ve yeni politikalar üretmek durumunda olduklarını söyleyen Muslu, “Yıllık 5 milyon ton üretim kapasitesine sahip Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun yıllık 1 milyon 500 bin ton civarındaki üretimle, yani kapasitesinin üçte biri oranında çalıştırılmasının kurum ve ülkemiz gerçekleri açısından hiçbir mantığı yoktur” sözleri ile konuştu.

Muslu: Biz, üretmenin ülkemize hizmet etmek olduğunu biliyoruz. Biz, ülkemizin taşkömürü ihtiyacının 5 milyon tonluk bölümünü TTK’nın karşılamasını istiyoruz. Biz, doğal zenginlikleri, tarihi birikimi ve deneyimli insanlarıyla Zonguldak’ın ve Türkiye’nin potansiyeline güvenilmesini istiyoruz.

Madencilerin Büyük Ankara Yürüyüşünün 20. yılı nedeniyle Genel Maden İşçileri Sendikası Şemsi Denizer Salonunda "Büyük Yürüyüşten Günümüze Türkiye Gerçeği" konulu bir panel düzenlendi. Panele, Zonguldak Belediye Başkanı İsmail Eşref, GMİS Genel Başkanı Ramis Muslu, Gökçebey Belediye Başkanı Zeki Kılıçarslan, Baro Başkanı Kerem Ertem, SP Zonguldak Merkez İlçe Başkanı Yusuf Çetin, Muhtarlar Derneği Başkanı Şerafettin Nas, sendika başkanları ve üyeleri ile işçiler katıldı.

MÜCADELE GÜNÜ
Havzada taşkömürü madenciliğinde ilk kazmanın vurulduğu 1848 yılının, bir mücadele tarihinin de başlangıcı olduğunu belirterek konuşmasına başlayan Muslu, 160 yılı aşan üretim kültürünün, ulusal bilinç ve demokrasi mücadelesi ile harmanlandığını vurguladı. Muslu açıklamasında şu görüşlere yer verdi: 4-8 Ocak 1991 tarihinin, bu mücadele tarihinin en önemli simgelerinden biridir. 4 Ocak tarihi, maden ocaklarımızı, demir-çelik sektörümüzü, enerji sektörümüzü ve ülkemiz sanayisini, yani üretim kültürünü hedef alanlara karşı, maden işçilerinin, Zonguldak ve bölge halkının verdiği büyük mücadele günüdür. 30 Kasım 1990 tarihinde başlayan grevle, 35 gün Zonguldak caddelerinde “Yanlış yapıyorsunuz” diye haykıran ve siyasi iktidarı uyaran maden işçisi ve Zonguldak halkı, bu uyarıları dikkate alınmayınca “Artık yeter” demiş ve Ankara yoluna çıkmıştır.
SESİMİZİ DUYURDUK
4 Ocak 1991, haykırışları duymayanlara karşı, yüzbini aşan insanla Ankara’ya yürüdüğümüz ve sesimizi dünyaya duyurduğumuz tarihtir. 4-8 Ocak 1991 Ankara Yürüyüşümüz ile Madenci Feneri, Türkiye’yi aydınlatmıştır. Birilerinin “Girdiğiniz karanlık ve uzun bir tüneldir. Bunun çıkışı yoktur” dediği saatlerde, karanlık ve uzun tünellere alışık olan maden işçileri, tünelden çıktıklarında kayıtsız kalınamayacak bir güç olduklarını tüm dünyaya bir kez daha göstermişlerdir. Madenciler, hükümeti ve ülkeyi yönetenleri uyarmak için her yolu denemişler ama seslerini duyuramayınca, dünyaya parmak ısırtan ve böylesine büyük mücadele azmi ve fedakarlık isteyen bir eylemi hayata geçirmişlerdir. Maden işçilerine ve Zonguldak halkına, böylesine örnek ve büyük bir eylemi gerçekleştirme başarısını sağlayan, onların 1,5 asırlık madencilik kültüründen aldıkları güçtür. 1994 yılında bazı maden ocaklarının kapatılması istenen 5 Nisan Kararları’na karşı da aynı mücadele ruhu canlandırılmış ve yine Zonguldak’a ve bölgeye yönelen saldırılar püskürtülmüştür.
ÖRNEKLERLE DOLU
Bugüne gelinceye kadar geçen süreç, Zonguldak ve bölge halkının mücadelesinin ne kadar haklı olduğunu gösteren örneklerle doludur. Ve haklılığını tarihi sürecin de kanıtladığı mücadelenin ışığıyla mücadelemiz sürüyor, kararlılıkla sürdürmeye devam edeceğiz. 1990 yılında yaşadığımız örnek grevin ve 4-8 Ocak 1991 tarihinde sesimizi dünyaya duyurduğumuz Büyük Yürüyüşün öncüsü Rahmetli Genel Başkanımız Şemsi Denizer’i şükranla anıyor, güçlerini bir araya getirerek başarıya nasıl ulaşılacağını gösteren maden işçilerimizi, Zonguldak ve bölge halkını, tüm demokrasi güçlerini saygıyla selamlıyoruz. 1980 ve özellikle 1990 sonrası ülkemizde de uygulama alanı bulan küreselleşme ve Yeni Dünya düzeni politikalarıyla uluslar arası ilişkiler yeniden şekilleniyor.
OPERASYON YAPMIŞLAR
Oluşturmayı vaat ettiği ekonomik ve siyasal refahın aksine, 2007 yılında patlak veren küresel kriz, sadece ülkelerin ekonomilerinde değil, küreselleşme ve Yeni Dünya Düzeni politikaları için de sarsıcı etkiler yaratmıştır. Kapitalizmin güçlü ülkeleri, yaşanan küresel krizin etkisiyle yaratmaya çalıştıkları yeni dünya düzeninin dağılmaması ve küresel ekonominin çökmemesi için kendi şirketlerini kurtarmak adına milyarlarca dolarlık operasyonlar yapmışlardır. Diğer ülkeler ise özellikle emek sınıfına yönelik önlemleri hayata geçirmek için adımlar atmışlar, üniversite öğrencilerinin harçlarını 3 katına kadar artırmayı bile göze almışlardır. Üreten ve ürettiğini küresel ekonominin hedef ülkelerine pazarlayan ülkeler, yeni dünya düzeni adıyla oluşturdukları sistemi ayakta tutabilmek için halen mücadele etmekte, çeşitli önlemler almayı sürdürmektedirler. Kendileri üreten, ama hedef ülkeleri pazar haline getirerek üretim ekonomisinden uzaklaştıran politikaları dayatan ülkeler, ekonomik krizin tüm dünyaya yayılmasına neden olmuşlardır. Küresel ekonominin ve yarattığı krizin, ülkemizin de aralarında bulunduğu hedef ülkeleri etkilemediğini söylemek mümkün değildir. Özellikle ülkemiz gibi hızla üretim ekonomisinden uzaklaştırılan, kamu kurum ve kuruluşları özelleştirilen, yabancılaştırılan ya da kapatılan ülkeler, bu tür küresel krizlerin gelecek yıllarda da etki alanında bulunacaktır.
ULUSAL VARLIKLAR ÖZELLEŞTİRİLDİ
Türkiye’de 1980 ve özellikle 1990 sonrası tüm uyarılara rağmen ısrarla yürütülen ekonomik politikalar, bugün ekonomik bağımsızlığımızı ortadan kaldıracak düzeye ulaşmıştır.
Türkiye, ulusal varlıklarını özelleştirerek, yabancılaştırarak, kapatarak emperyalizmin hedef politikalarına kucak açmıştır. Telekom, Tekel, Tüpraş, Petkim, Erdemir, İsdemir, Şeker Fabrikaları, ETİ işletmeleri, Limanlar gibi çok sayıda kuruluş özelleştirilmiş ve uluslararası şirket ortaklıklarıyla yabancılaştırılmıştır. Öte yandan SEKA gibi, Sümer Holding gibi, Tekel gibi, Köy Hizmetleri gibi kuruluşlarımız ise; özelleştirmenin birer sonucu olarak ya bazı fabrikaları kapatılmış ya da tamamen tasfiye edilmiştir. Enerji dağıtımları hızla özelleştirilirken, enerji üretim tesislerinin de özelleştirilmesi gündeme alınmıştır. Enerji, stratejik bir sektör olmakla birlikte Zonguldak’ta kurulu bulunan Çatalağzı Termik elektrik Santrali’nin özel bir konumu vardır. ÇATES, TTK’nın düşük kalorili ve artık kömürünü değerlendirmek amacıyla kurulmuş bir elektrik santralidir. ÇATES, bu özel konumu nedeniyle de satılmamalıdır.  Kölelik düzeni anlamına gelen 4-C ve gittikçe yaygınlaşan taşeronlaşma uygulamalarıyla ülkemizde iş güvencesinden yoksun, ucuz ve örgütsüz işgücü yaratma çabaları gösterilmektedir. Bugün gündemde olan Torba Yasa’da kiralık işçilik, esnek çalışma gibi emek dünyasını yakından ilgilendiren düzenlemeler bulunmaktadır. Emek dünyasına yönelik küresel saldırılar, ülkemizde de ne yazık ki taraftar bulmaktadır. Oysa bu politikaları hedef ülkelere dayatan küresel ekonominin aktörleri, üretmekten asla vazgeçmemiş, kendi üretimlerini ve hatta finans kuruluşlarını dış etkilere ve krizlere karşı korumaya almışlardır. Küresel ekonomik politikalar; baş aktörlerini “üreten ve satan”, hedef ülkeleri ise “pazar ve tüketen” ekonomiler haline getirmiştir. 

ÜRETEN DEĞİL TÜKETEN ÜLKE
1990 yılında Türkiye’de kamu da çalışan sendikalı işçi sayısı 1 milyon 464 bindir. 1990 sonrası hız kazanan küreselleşmeci politikaların da etkisiyle bu rakam 2000 yılında 985 bine, 2010 yılı sonu itibariyle de 502 bine gerilemiştir. Türkiye’de özelleştirmelerin ilk başladığı yıl olan 1985’ten 2002 yılına kadar özelleştirmelerden elde edilen gelir 8 milyar dolardır. 2002 yılından 2010 yılına kadar ise özelleştirmelerden 47 milyar dolarlık gelir elde edilmiştir. Ancak aynı süreçte ülkemizin dış borçları 129 milyar dolardan 267 milyar dolara yükselmiştir. 2002 yılında 52 milyar dolarlık ithalat yapan Türkiye, 2010 yılında 148 milyar dolar civarında ithalat yapmıştır. 2002 yılında dış ticaret açığı 15 milyar dolar olan Türkiye’nin 2010 yılındaki dış ticaret açığı ise 65 milyar dolara dayanmıştır. Bu tablo da göstermektedir ki, Türkiye “üreten” değil, “tüketen” bir ülkedir ve ne yazık ki bu tüketimi borçlanarak yapmaktadır. Sanayileşmenin ve kalkınmanın itici gücü üretimdir. Oysa ülkemiz üretim ekonomisinden hızla uzaklaştırılmaktadır. Elbette bunun hem ekonomik hem de sosyo-politik sonuçları olmuştur, olacaktır. Örneğin ülkemize; Kıbrıs’ta, Irak ve kuzeyinde, Ortadoğu’da, Ermenistan ile ilişkilerde yeni roller, füze kalkanı projesiyle de yeni görevler yüklenmektedir. Tüm bu olumsuz ekonomik ve politik gelişmelere karşı yapılması gerekenler elbette vardır. Her şeyden önce ülkemiz, küreselleşmeci politikalardan derhal vazgeçmeli ve üretim ekonomisine dönmelidir. Türkiye, kendi doğal zenginliklerini en verimli şekilde kullanmalıdır. Özelleştirmelere, yabancılaştırmalara ve taşeronlaşmaya karşı, sosyal hakların törpülenmesine karşı, gelir dengesinin daha da bozulmasına karşı, devletin bir yabancı sermaye bekçisine dönüşmesine karşı direnmek ve yeni politikalar üretmek durumundayız. Bugün Türkiye’nin her şeyden önce üretim ekonomisine ihtiyacı var.

162 YILLIK ULUSUN EVLATLARIYIZ
Yıllık 5 milyon ton üretim kapasitesine sahip Türkiye Taşkömürü Kurumu’nun yıllık 1 milyon 500 bin ton civarındaki üretimle, yani kapasitesinin üçte biri oranında çalıştırılmasının kurum ve ülkemiz gerçekleri açısından hiçbir mantığı yoktur. Çünkü ülkemizin yıllık 22-23 milyon taşkömürüne ihtiyacı varken, 2-3 milyon tonunu bölgemizde üretmenin ve 20 milyon ton taşkömürü ithal etmek için her yıl 3 milyar dolara yakın parayı dışarıya vermenin de bir mantığı yoktur. Biz, üretmenin ülkemize hizmet etmek olduğunu biliyoruz.
Biz, üretmek istiyoruz. Biz, ülkemizin taşkömürü ihtiyacının 5 milyon tonluk bölümünü TTK’nın karşılamasını istiyoruz. Biz, doğal zenginlikleri, tarihi birikimi ve deneyimli insanlarıyla Zonguldak’ın ve Türkiye’nin potansiyeline güvenilmesini istiyoruz. Biz, üretim ekonomisini tahrip eden anlayışların reddedilmesini, ülkemiz zenginliklerine dayalı üretim ekonomisine dönülmesini istiyoruz.
Biz, 162 yıllık üretim kültürünün ve bağımsızlık savaşı vermiş bir ulusun evlatlarıyız. Biz maden işçileri olarak, bölgemiz ve ülkemiz için, 1990-1991’de olduğu gibi, 1994 yılındaki 5 Nisan Kararlarına karşı çıktığımız gibi, tarih yazmaktan geri kalmayız”