Kadıncağızın yüzü kıpkırmızı olmuştu. Kasabalılar ’ın tabirine göre ”pancar gibi” kızarmıştı. Hava sıcaktan öte sıcaktı, yakın dönemlerde bu kadar çok sıcak geçen bir yaz olmamıştı. Başörtüsünün altından yüzüne doğru su gibi ter akıyordu. Önüne gelen herkese “Deli Mustafendi” yi soruyordu. Birisi Bayi Necmi’nin dükkanının önünde gördüğünü, bir başkası da az önce dondurmacı Hayrettin’in dükkânının önünde birisine bir şeyler anlattığını söylemişti.

Kan ter içinde kalan kadın, “daha eve gidip yemek yapacağım, hep böyle yapıyor, yarabbi bugün de hiç esmiyor, nerde bu, Allah Allah diyerek” az evvel alışveriş yaptığı kasaba pazarına doğru gerisin geriye yürüyerek deli Mustafendi’yi arıyordu.

Kadının evi çarşıya uzak olmayan Akarca mahallesindeydi, anlaşılır anlaşılmaz söyleniyordu “eski halim olsa ben zerzevatlarımı sana yükler miyim, ev zaten şurda ne yaparsın yaşlılık işte”  

Deli Mustafendi ufak tefek kara kuru bir adamdı. Sırtında küfesiyle  haftanın iki günü kurulan pazar yerinden, alışveriş yapanların  malzemelerini evlerine taşırdı. Deliliğinin nereden geldiği hakkında pek çok rivayet vardı ama, işin aslının bilen yoktu.  Hiç durmadan sürekli konuşurdu. Ancak herkesin bildiği bir şey vardı.  Müthiş bir hafızaya sahipti.

Kasabanın canlı tarihiydi. Kasabanın geçmişine dair bilmediği, hatırlamadığı hiçbir şey yoktu. Kasabada geçmişten buyana yaşayan tüm ailelerin geçmişlerini, kasabada çok eskilerde yaşanan, kimsenin hatırlayamadığı olayları en ince detaylarına kadar eksiksiz, tastamam hatırlıyordu.

Deli Mustafendi ağzından hiç düşürmediği “üçüncü cigarası” ile kasabada herkesin tanıdığı önemli bir şahsiyetti. Bugünün deyimiyle beyninde çok yüksek kapasiteli bir çip vardı. Kasabalı ’nın ona “yaşayan tarih” demesi boşuna değildi.

Çok geçmemişti ki, deli Mustafendi önde, yaşlı kadın arkasında Sümerbank binasını geçmiş Orta camiye doğru geliyorlardı. Kadının artık yürümeye dermanı kalmamıştı. Önüne kattığı deli Mustafendi’ ye söylenmeye devam ediyordu” oğlan vardiyadan gelecek, daha yemek yapacağım, sakın ha gözümün önünden ayrılma”

Kasabada önemli olaylar oluyordu, üç beş yıl önce burada ülkenin en önemli fabrikası İsmet İnönü tarafından açılmıştı. Kasabanın berberleri, kunduracıları, onların kalfaları, manavı, kasabı, balıkçısı, işsizi, aylak aylak gezeni, sanat mektebini bitiren gençleri, isteyen hemen herkes fabrikada işe giriyorlardı.  Bu daha bir şey değildi ki, ülkenin 67 vilayetinden kasabaya işgücü akını vardı. Herkese iş vardı, İsmet Paşanın açtığı fabrika, işçi alımına doymuyordu.

Öyle ki yakın bölgedeki tarihi kömür üretim havzasında çalışan, iş güç sahibi, gelirleri iyi, rahatları yerinde olan insanlar bile, işlerinden istifa edip fabrikada işe giriyorlardı. Kasaba tam bir işgücü taarruzu altındaydı.

Öyle ki fabrikada çalışanların sayısı, kasabanın sekiz on bin kişi olan nüfusunu geçmeye başlamıştı. Fabrikanın işletme birimleri tam olarak faaliyete, tam kapasite çalışmaya başlamamıştı bile.

Kasabanın sosyal hayatında da tam bir keşmekeş yaşanıyordu. Kasabada kiralık ev bulunamıyordu, insanlar binalarına yeni katlar ilave etmeye, bunu yapamayanlar ise, evlerinin temel seviyesini biraz derinleştirip oralara, iki göz oda yapıp kiraya verme derdine düşmüşlerdi. Kasabalının isimlerini telaffuz etmekte zorlandığı, pavyon ve kumarhanelerin, kasabanın gece hayatını renklendirdiği konuşuluyordu. Kış aylarında, çarşı içerisinde akşam saatleri gelmeden başlayan sessizlik, gecenin ilerleyen saatlerinde yerini renkli gece hayatına bırakmıştı.

Deli Mustafendi ile yaşlı kadın, Orta Cami’nin en önemli bakkalı “Tarı Bakkalın” nın önüne geldiklerinde, bakkalın büyük oğlu Apo’nun sesi duyuldu,” ooo beyler yerinizi almışsınız”

“Patronu ‘mu bekliyorsunuz?”

Bakkaldan çıkan “solucan Erdoğan” aldığı sigaradan bir tanesini yakıp, paketi gömleğinin cebine yerleştirmeye çalışırken, “bunlar Deli Erdoğan’ın tayfası, müritleri, müritleri“ diyerek çarşıya doğru yürümeye başlamıştı.

Deli Selim ile Deli Sedat Mıslıcıların bahçe duvarının dibinde gölge bir yer bulmuşlar, tavukların tüneme pozisyonundaki gibi çömelmişler durmaksızın bir şeyler konuşuyorlardı. Bakkal Apo’yu duymamışlardı bile. Duysalar dahi cevap vermezlerdi, onlar Deli Erdoğan’ı bekliyorlardı.

Bilinen bir görüntüydü, Deli Erdoğan Dikili yokuşundaki evinden herzeminki gibi en şık ve en temiz ütülü kıyafetleriyle çıkacak, belki fötr şapkasını da başına geçirecek, “Tarı bakkalı” nın önüne gelecek Deli Selim ve Deli Sedat ile tek kelime etmeden onları arkasına takacak “trio” yürüyüşe başlayacaktı.

Çok geçmedi Erdoğan sokağın başında göründü yokuş aşağı yürümeye başladı. Apo’nun bakkalının önünden geçerken, bakkal Apo, herkesin duyacağı sesle” Erdoğan Bey nasılsınız?” dedi, Deli Erdoğan başını biraz daha yukarı kaldırdı, karnını içine çekip göğsünü öne çıkarttı, adeta tören yürüyüşü pozisyonunu aldı, hiç cevap vermeden yürüdü, anlaşılan Apo’ya bir şeylerden kızmıştı. Apo “Allah’ın delisi, sanki memleketi kurtarmaya gidiyor” diyerek bakkalına girdi.

Deli Selim ve Deli Sedat o kadar derin bir muhabbete dalmışlardı ki, Deli Erdoğan’ın önlerinden geçtiğini zor fark ettiler. Deli Sedat yerinden fırlayıp Erdoğan’a yetiştiğinde, Deli Selim bir eliyle belinden düşen pis pantolonunu tutuyor, diğer eliyle ’de sürekli akan burnunu gömleğinin koluna siliyordu.

Kaneri’ye geldiklerinde üçlü yürüyüş pozisyonun almışlardı. Erdoğan önde hiç konuşmadan yürüyor, bir adım arkasında Sedat ona sakin sakin bir şeyler anlatıyor, ama Erdoğan onun koştuklarına hiç cevap vermiyordu. Deli Selim hem bir eliyle pantolonunu tutuyor hemde kendi kendine konuşuyordu.

Yürüyüş güzergahını Deli Erdoğan belirleyecekti, zaten hep böyle oluyordu. Hamam üstü tarafına dönülürse “yukarı beccan” (bura’ nın adı yukarı bey çayırıydı, futbol sahası buradaydı, kasabalı bazı isimleri nedense bu şekilde kısaltarak söylüyordu) yönüne gideceklerdi.

Eğer ki iskele camisinin önünden sağ tarafa dönerlerse “Bozhane tarafına, sola dönerlerse” meydan başı yokuşu tarafına gideceklerdi, belki ’de “Göztepe’ye” çıkıp Deli Sedat’a bir iki şarkı söyletecekti. Kararı Deli Erdoğan verecekti.

Ayrıca yolda yürürken sağdan soldan laf atanlara hiç cevap verilmeyecekti. Ciddiyetten ayrılmak Deli Erdoğan’ın hiç hoşlanmadığı bir durumdu. Hele hele “Deli Turgut’a rastlanırsa, onun “deli bunlar, deli bunlar” diye laf sokuşturmasına hiç cevap verilmeyecekti. Kesinlikle “gazteci Eşref'in”dükkanının önünden geçilmeyecekti, en çok da o laf atıyordu.

Deli Erdoğan çok entresan bir şekilde hiçbir yöne sapmadı. Uzun Çarşıyı yukarıdan aşağıya geçti, Kolsuzoğlu’nun tekel dükkanının önüne geldi, içeri girdi elinde bir paket “Birinci” sigarasıyla çıktı.

Deli Selim’in sigarasının olmadığını fark etmişti. Paketi Deli Selim’e teslim etti. Yine hiç konuşmadan kendisi önde Sedat’la Selim arkasında Orta köprüyü geçtiler, Un Pazarından, Meydan başı yokuşuna doğru yürümeye başladılar. Göztepe’ye çıkacaklardı.

“Deli Mustafendi” pazaryerinin daha çokta “Hamam Arası ’nın” delisiydi. Arayanlar onu oralarda bir köşede sigarasının içerken bulabilirdi. Bilenlerin söylediğine göre, ailesi zamanında epeyce varlıklıymış. Yaşlı annesiyle birlikte, kendilerine ait müstakil bahçe içerisindeki evlerinde yaşıyordu.

“Deli Erdoğan “ Orta cami semtinin delisiydi. Evleri Dikili yokuşuna açılan bir sokağın içindeydi. Kız kardeşleri ile beraber ailesine ait iki katlı bir evde yaşıyordu. Her daim ütülü, tertemiz giysilerle gezerdi. Biraz iri yapılıydı. Çok konuşmazdı, gür sesliydi, çocuklar görünüşünden etkilenerek, birazda korktuklarından, saygıda kusur etmezlerdi. Bütün gün kasabayı yürüyerek turlardı.

“Deli Sedat “‘ın ailesi kasabanın bilinen köklü bir ailesiydi. O da Erdoğan gibi temiz pak giyinirdi. Kısa boylu, sessiz sakin birisiydi. Kısık bir sesle kendi kendine konuşurdu, güzel şarkıları, ilahileri mırıldanarak söylerdi.

“Deli Selim” ise Kasabanın en yüksek yerinde yer alan, tarihi çok eski dönemlere dayanan Kale kalıntılarının olduğu Murtaza Mahallesinin delisiydi. Sessiz sakin ancak üstü başı her daim pis, devamlı burnu akan, ziyadesiyle bakımsız açıkçası yanına yaklaşanları rahatsız edecek kadar pis kokardı.

Üçlü grup Göztepe’ye varınca biraz yorgunluktan, biraz da aşırı sıcaktan hemen çimenlere yayılarak dinlenmeye geçti. Erdoğan başka yerde, Sedat’la Selim yanyana onun biraz uzağına oturmuşlardı.

Deli Erdoğan biraz dinlenmiş olmalı ki, kalktı Göztepe’nin patika yolundan aşağıya doğru inmeye başladı. Diğer ikiside hemen toparlanıp onu takibe geçtiler.

Ekip başı çarşıya gelince Yalı caddesine yöneldi, Yeni Mahalleden Kadı tarlasına çıkacaktı. Oraları tenhaydı. Kalabalık yerlerden pek hoşlanmıyordu. Kadı Tarlasını geçip biraz yukarıdaki, Kestaneci Köyü yoluna çıktıklarında artık iyice yorulmuşlardı. Hacı Osman’ın evinin yakınına geldiklerinde, güneşin de etkisinden kurtulmuşlar, gölgelik bölgeye ulaşmışlardı. Güneş deniz tarafına devrilmiş Kale Tepe’nin arkasında kalmıştı.

Biraz daha yürüyerek, çoğu zaman günün finalini yaptıkları Fata tepesindeki yol duvarının üstüne oturdular. Kimsede konuşacak hal kalmamıştı. Hava az da olsa biraz esmeye başlamıştı, burası her zaman eserdi. Oturdukları yer Murtaza Mahallesi’ni çarşıya bağlayan oldukça yokuş yolun en üst noktasıydı. Bu tepenin karşısında şehir mezarlığı vardı. Mahallelinin yaşlıları buradan geçerken, hem biraz soluklanmak hemde ölenlerin ruhlarına hitaben mezarlığa dönüp Fatiha okurlardı. Yokuşun ismi buradan geliyordu. Ancak kasabalı birçok yerde olduğu gibi, buranın ’da ismini kendi yerel konuşmasına uyarlamış “fata bayırı “ demişti.

Üçlünün yorgunluğu geçince Deli Erdoğan, Deli Sedat’a dönüp “bi ezan oku” dedi. Deli Sedat duvarın üzerinde ayağa kalktı. Burnunu ve boğazını birkaç yutkunmayla ezan okuyacak hale getirdi. Deli Selim kendine biraz çeki düzen verdi. Sedat sağ avucunu kulağına dayadı ezan okumaya başladı. Ezanın yarısına gelmeden Deli Erdoğan yerinden kalktı. Yüzünde oluşan hafif bir gülümsemeyle yokuş aşağıya yürümeye başladı.

Hem gülümsüyor hemde mırıldanıyordu,” bu Sedat hakikatten deli, akşam namazı vakti gelmeden ezanını okuyor”

Bizim kasabanın delileri tüm kasabalının çok sevdiği çok güzel delilerdi, çok da güzel insanlardı. Artık onların hiçbiri yok.

Aslında o kasaba ’da yok. Onun yerinde nüfusu yüz binleri çoktan aşmış, kimsenin kimseyi tanımadığı kocaman bir sanayi şehri var.

NURİ ÖZTÜRK KİMDİR?

Yukarıdaki yazının sahibi 55 doğumlu Nuri Öztürk; ilk, Orta Kandilli özel okulunda, Lise Kdz Ereğli Lisesinde, Üniversiteyi ise 1979 yılında İstanbul Üniversitesinde tamamladı. 1986 yılına kadar Ereğli'de aile şirketindeki iş yaşamı,1992 yılında işlerin bozulması ile İstanbul'a giderek özel sektörde 30 yıla yakın üst düzey profesyonel yöneticilik yaptı . 2019 yılındaki emekliliğin ardından halen Sapanca'da yaşamı sürdürüyor.

2 kitap yazan ve arada küçük hikayeler ile yazın yaşamına devam eden Nuri Öztürk sosyal medyadan da uzak duruyor.