Ben hep çocukların yağmurla bir problemi olmaz diye düşünmüşümdür. Küçükken benim de olmazdı çünkü. Öyle ki gökyüzüne bakarak yağmur yağsın diye umutla beklediğim zamanlar çok olmuştur. Beş altı yaşlarımdayken, Kaletepe’den çağlayarak gelip evimizin önündeki düzlükte mola veren yağmur sularının oluşturduğu birikintide gemilerimi yüzdürürdüm. Baraj inşa edip, birikintiyi baraj gölüne çevirmem ve yağmur sularının tepelerden sürükleyip getirdiği eski paraları bulmam daha sonraya rastlar. Taş ve çamurla inşa ettiğim barajı öğle sağlam yapardım ki üç gün boyunca yıkılmazdı. Ben de bu baraj gölümde tenekeden yapılmış özel teknelerimi yüzdürürdüm. Kıç tarafında bulunan özel haznesinde pamuğa batırılmış zeytinyağı yakılan bu teneke tekneler, yanan yağın oluşturduğu tepkinin suyu itmesiyle öyle hızla giderlerdi ki seyretmeye doyamazdım. Eve gitme vakti geldiğinde de baraj duvarına iki tane elektrik borusu sokardım. Böylece barajın su taşmasıyla yıkılmasını önlerdim.

Yağmuru sevilmez olur mu? Elbette severiz. Ama doğamızda nankörlük olduğu için sevdiğimizi yerden yere vurmaktan da hiç geri kalmayız. İşte o gün, toprağı kokutan, yemyeşil yaprakları ıslatıp yıkayan, toprağa karışıp bereketi artıran, içimdeki romantik duyguları coşturan yağmurun yerden yere vurulduğu günlerden biriydi. İşte o gün ben, mahallemizin en sakin insanı Şevket Amca’nın, gökyüzüne doğru seslendiğini duydum.

“Yete be! İlk damladığında iyi ki “Ver Allah’ım ver!” dedik. Para istesek zırnık bile vemezsin!”

Yemedim içmedim, duyduklarımı babama yetiştirdim. Ne diyordu bu Sıtkı Amca? Ama babam da ondan farklı değildi. “Bıkmıştır ne yapsın? Hak vermek lazım! Yağmur rahmet olmaktan çıktı, iyiden iyiye zahmet verir bir hale geldi çünkü. Kim bilir ne zarar gördü”

Babamdan duyduğum bu cevap, yanından kaçar gibi uzaklaşmama neden olmuştu. Anneme sığınmalıydım. Ya annem de öyle düşünüyorsa? O zaman ben ne yapardım? Hiç Allah Babaya kızılır mıydı?

1963 yılıydı ve ben on üç yaşımdaydım. Artık gemi yüzdürmüyordum ama yağmur sularıyla tepelerden gelen suların sürüklediği eski paraları toplamaktan vazgeçmemiştim. Evde beş kavanoz daha eski param vardı. Normal bir yağmur yağsa gidip yine toplayacaktım ama dün geceden bu yana yağan yağmurun azalmak bir yana, daha da şiddetlendiğini üzülerek seyrediyordum. Siyah cızlaved çizmelerim ve şeffaf naylon yağmurluğum hemen kapının önünde beni bekliyordu. O gece yağmur hiç dinmedi. Şeker değildim elbette, eriyecek halim de yoktu ama hareket etmeden ıslanmak hiç işime gelmezdi. Paralarım beni bekleyebilirlerdi. (Zaman içinde on kavanoz eski para biriktirmiştim. 1977 yılında evimizi inşaat nedeniyle boşaltırken kavanozlarım da bilinmeyen biri tarafından boşaltıldı. Allah onu bildiği gibi yapsın e mi!)

Sabah olduğunda yağmur dinmişti artık. Genelde meyilli bir zemine inşa edilen Ereğli’de tepelerden akan yağmur suları denize doğru çoktan akmaya başlamıştı. Çok geçmeden de yağmur hikâyeleri alıp başını gitmeye başladı. Su basan evler, yıkılan duvarlar, akan çatılar, tıkanan kanallarla ilgili söylentiler dalga, dalga yayılıyordu. Bu hikâyelerin en yürek yakanı da su basan evler olurdu tabii. Tufan gibi yağan yağmurdan etkilenmemek mümkün olmadığı gibi, zamanın şartlarıyla bu doğa olayıyla mücadele edebilmek âdeta imkânsız gibiydi. O yüzden her şey oluruna bırakıldı ve tabiat ana kendi dengesini kendi kuruverdi.

Tabiat her şeyi halletmişti ama bizim mahalledeki Manolya ağacından Bozhane Hamamına doğru yüz elli metre ötedeki su birikintisine çare bulamamıştı. İki taraftan da meyilli olan yol ortasında biriken su, minik bir göl gibi direniyordu. “Ben burayı sevdim, asla burayı terk etmem…” diyordu sanki. Geçici olarak konan kalaslar da işe yaramamıştı. Kalaslara güvenip geçmeye çalışanlar yarı yolda suya düşüyorlardı. O birikintinin içinden çok teyze çıkartmışlığım vardır. Verilen dilekçelerin bini bir paraydı ama ne gelen vardı ne giden. Hafızam beni yanıltmıyorsa, o dönemde Belediye Başkanlığı ve Kaymakamlık görevini aynı yönetici yürütüyordu. İş yoğunluğu nedeniyle bu acil durum kendisine açıklanamamış olabilirdi. Semt sakinleri kendi imkânlarıyla tıkanmış mazgalları açmayı denedilerse de bu işin hacmi boylarını aşmış olacak ki usanıp bıraktılar. Bu dediğim yer Alemdar Açık Hava Sinemasının tam karşısındaydı ve yağmurlu havalarda hep tıkanıklık olur, mazgal deliğinin demir bir çubukla açılmasının ardından hemen açılırdı. Ama bu sefer bir türlü açılmadı. Mazgal inatçı çıkmıştı anlaşılan.

Ertesi gün olmuştu ve insanlar kalas köprüden zorlukla geçmenin uğraşısı içinde çabalarken hemen yandaki evin duvarında beyaz bir kartona yazılmış bir yazı gördüler. Kartonda büyük harflerle “Kaymakam Köprüsü” yazıyordu. O devirde böyle bir şeye nasıl cüret edilebilirdi? Üstelik kaymakam iki görevi birden üstlenmiş sert bir yöneticiyken nasıl olabilirdi bu? O andan sonra devlet tam kadro oradaydı. Bir yandan problemin çözülmesi için bütün imkânlar seferber ediliyor, öte yandan da bu anarşistlerin(!) bulunması için gerekli araştırmalar yapılıyordu. Çok geçmeden suçlular bulundu. Suçlulardan biri bizim evden çıktı. Ağabeyim Ömer Faruk Hançer’i cipe koyup götürdüler. Arkasından arkadaşı Teoman Abi’yi de derdest ettiler. Çünkü o pankartı astıkları ev Teoman Abi’ nin oturduğu evdi. Bu ipucundan yola çıkmışlar ve her dönem bol miktarda bulunan muhbirlerden birinin fısıldamasıyla da görevlerini tamamlamışlardı. On sekiz yaşlarında iki genç nezarethanede sararmış mumya gibi oturmaktaydılar.

“Niye ‘Kaymakam Köprüsü’ yazdınız?”

“Bunu yapmanızı size kim söyledi?”

“Amacınız neydi?

Sorular makineli tüfek atışı gibi aralıksız sürdü. Koskoca devlete karşı işlenmiş bir suç vardı ortada. Akıllara, “Niye Belediye Başkanı Köprüsü yazmamışlar?” sorusu gelebilir. Cevabı ben söyleyeyim. Kartona sığdıramamışlardı da ondan. Ancak yukarıda belirttiğim gibi her iki görevin de aynı kişi tarafından yürütülmesi nedeniyle değişen hiçbir şey olmazdı diye düşünmedim değil. Neticede araya giren hatırlı kişilerin, mahalleli tarafından yazılan dilekçe örneklerinin sunulması sayesinde, uzun süren sorgu ve sualden geçirilmiş olan gençler serbest bırakıldı. 1961 Anayasasıyla fikir ve düşünce özgürlüklerine getirilen kapsam genişliği hızır gibi imdatlarına yetişmişti. Sanıyorum ağabeyim çok uzun bir zaman kalem, karton ve kâğıt gibi suç aletlerinden uzak durdu. Ama adamakıllı yapılan mazgal bir daha hiç tıkanmadı. İki genç yağamasalar da gürlemişlerdi.

Şimdi gördünüz mü o romantik yağmurun neler yaptığını? Yeni anayasa olmasa var ya!

Haluk Hançer

24.03.2005 Divriği/Sivas

“Poyrazlı Kasaba-KDz. Ereğli”  serisinin dördüncü kitabı olan “Gel Bak Ne Deycem!”  adlı anı kitabımdan