İktidara geldiği 14 Mayıs 1950 seçimlerinden sonra oy oranı sürekli yükselen Demokrat Parti iktidarının ve onun lideri Başbakan Adnan Menderes’in popülaritesi 1954 seçimlerinde doruk noktasına ulaşmıştı. Bir ilin bütününde bir oy fazla alanının o ilin tüm milletvekillerine sahip olduğu çoğunluk sistemi Demokrat Parti’yi ülkenin tek hâkimi durumuna sokmuştu. Adnan Menderes ise partisinin tek hâkimiydi. 1954’ten sonra artan enflasyon halk kitlelerinde huzursuzluk yaratmaya başlamıştı. Enflasyon sonunda hükümeti devalüasyon yapmaya zorlamış, Türk Lirasının değeri uçurumdan yuvarlanan araba gibi hızla düşüşe geçmişti. Bu da dışalım (ithalat) koşullarını zorluyordu. Ülkede kahve, at nalı, çivi, pencere camı, otomobil ve traktör lâstiği, yedek parça gibi zorunlu ihtiyaç maddeleri karaborsaya düşmüştü. Bu durum ana muhalefet partisi CHP’nin ve  İsmet İnönü’nün oylarının tırmanmasını doğuruyordu. 1957 seçimleri bu koşullarda gerçekleşmişti. Ülkenin bir tek radyosu vardı. O da iktidarın denetimi ve yönetimindeydi. Daha sandıklar açılmadan devlet radyosu sonuçları açıklamaya başlamıştı. Demokrat Parti seçimleri kazanmıştı ama bu artık Pirus’un zaferinden başka bir şey değildi!

Ekonomik açıdan sıkışan Demokrat Parti, bu durumdaki her iktidar gibi antidemokratik bir tutum sergiliyordu.  Muhalefette iken işçilere grev hakkını savunan iktidar partisine göre grev isteyen işçiler birer komünistti! Basın hürriyeti şampiyonu olan Demokrat Parti’nin son yıllarında cezaevleri gazeteci doluydu. Meclisteki iktidar çoğunluğu CHP hakkında bir “Tahkikat Komisyonu” kurmuştu. Bu komisyonun askeri ve sivil savcıların yerine geçerek yurttaşları tutuklama yetkisi vardı. Gazeteler uygulanan sansür ortamında beyaz sütunlarla yayınlanıyordu. Yürütme, yasamaya o da yargıya egemendi artık. Bu durumda 28 Nisan’da İstanbul Hukuk Fakültesinde başlayan öğrenci hareketi tüm üniversiteye yayılmış ve iktidar İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilân etmişti. Bu kez olaylar Ankara’ya sıçramış Ankara Hukuk ve Siyasal Bilgiler Fakültesine asker ve polis girmişti. 29 Nisan 1960 günü Ankara Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Namık Argüç Mülkiye duvarlarına ateş emri vererek makineli tüfeklerle kurşunlatmıştı. Ordu, olaylardan tam bir ay sonra 27 Mayıs 1960 günü yönetime el koymuştu.

Bunları siyasal bir amaçla değil o günlerde ülkedeki siyasal ortamı anlatmak için yazıyorum. 27 Mayıs’tan sonra ülkede iki güç ortaya çıkmıştı: Ordu ve Gençlik… 1960 yılında Ankara Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydim. Baharda sınavlara girip üçüncü sınıfa geçmiştim. Yaz tatilini geçirmek için de çok sevdiğimi memleketim Ereğli’ye gelmiştim.

Ereğli’ye gelince ilginç bir durumla karşılaşmıştım. Halk üniversiteden memleketlerine gelen   öğrencilere kahraman gözüyle bakıyor, çevrelerinde toplanarak yaşadıkları olayları anlatmalarını istiyordu. Ereğlili gençlerin büyük bir bölümü İstanbul, benim gibi birkaç kişi de Ankara’da eğitim görüyordu. O günlerde Ereğli’de bugünkü nüfus yoğunluğundan eser yoktu. Devletin resmî kayıtları şehirdeki insan sayısını 8812 gösteriyor. Cennet gibi bir kasabaydı memleketimiz. Yükseklikleri 250 metreyi geçmeyen Çeştepe ve Göztepe’nin eteklerinde, Pençes deresinin açtığı vadi üzerine ve deniz kıyısına yerleşen Ereğli, antik dönemden, Bizans’a ve Osmanlı’ya uzanan tarihi içinde hep önemli bir konumda olmuştu. Heraklea Pontiki’den Bender Ereğli oradan da Karadeniz Ereğlisi’ne dönüşen isimleri, Karadeniz’in güneyinde ama Karadeniz kıyısında tek güvenli liman olma özelliğiyle önemi ve değerini hiç yitirmemişti. 

1960 yazında memleketlerine gelen gençlerin iki toplantı yeri vardı. Biri, bugünkü gibi Çınaraltı. Fatih’in İstanbul’u aldıktan sonra yayınladığı fermanla dikilen fetih çınarları, gölgeleri altında bitip tükenmeyen sohbet ve tartışmalara tanık olurdu. Bozhane semtindeki Çınaraltı, Azmi’nin işlettiği kahve ve bahçesinden ibaretti. Göğe uzanan görkemli ağaçların köklerini mendireğin arkasında kalan denizin dalgaları yalardı. Cumartesi geceleri de Yeni Mahalle Kavakdibi’nde Rahmi’nin kahvesine gidilirdi. Burada lâkabı “Dede” olan Avukatın Hasan Kaynak, Yılmaz Ağartan (Foto Ariş), Berber Cahit, Sarmacı Metin (Demiralay), Ertan Özdayı ve diğerlerinden oluşan saz heyeti iki soliste refakat ederdi. Lâkabı Kare Adnan olan Adnan Örecek vaktiyle İstanbul’daki ses yarışmasına katılmış bir amatör şarkıcıydı. İbrahim Azak ise bir fenomendi. Gençliğinde Ereğli’den ayrılarak İstanbul’a gitmiş, özel sesi ve üslubuyla Alaturka gurupları arasında yer bulmuştu. O günlerde televizyon olmadığı için geçerli olan, bu tür musiki topluluklarının Anadolu turneleriydi. Her il ve ilçede günler önce onların anonsları yapılır, kentin genellikle tek salonu, şimdiki deyimle lebalep dolardı. İşte İbrahim Azak kendi grubunun yıldızıydı. Ülke çapında isim yapmıştı. Bestekâr Sadi Hoşses’in ünlü “Yıldızlı Semalardaki Haşmet” şarkısı repertuvarının favorisiydi. Azak güzel kadın solistler arasındaki ayrıcalıklı konumunu geride bırakmış, Ereğli’ye dönmüş, evlenerek mütevazi bir yaşamı seçmişti. Kara Adnan gibi o da Ereğlililerin tek ekmek kapısı Ereğli Kömürleri İşletmesi’nin (EKİ) Kandilli bölümünde çalışıyordu. Yeni Mahalledeki DDY İstasyonu ile Armutçuk arasındaki 16 kilometrelik demiryolu hattındaki trenler Ereğli’den gelen memur ve işçileri sabah ve akşam seferleriyle evlerinden işyerlerine, işyerlerinden evlerine taşırlardı. Üniversiteli gençler olarak bizlerin vazgeçilmeziydi Cumartesi konserleri. Konserin baş müdavimi de Ereğli’nin renkli simalarından futbol antrenörü Ekâbir lâkaplı Mustafa Akman’dı.

Daha Devrim Bulvarı açılmamıştı. Cezaevi şimdiki İnönü parkının içindeydi. Daha ileride İmam Mehmet Ali’nin işlettiği Halk Sineması vardı. Mahkumlar hapishanenin yanındaki alanda voleybol oynayan gençleri ve gündüz matinesine giden kadınları dikiz ederlerdi! ERDEMİR’in (Ereğli Demir Çelik) ayak sesleri duyulmaya başlamıştı artık. Emek Hüseyin’in on beş gün önce belediye hoparlöründen duyuru yaparak ancak doldurduğu İstanbul otobüsleri yerine her gün sefer yapan iki otobüs firması yan yana yazıhane açmış bilet satıyorlardı. Orhan Subaşı’nın Erçelik Otobüsleri ve Cumalı Şaban Üstün’ün acentesi olduğu İnanöz firması. Bunların tam karşısında da bugünkü Mudo pastanesinin altında bulunan Belediye tuvaleti vardı. Tuvaletin üstüne uydurma bir kat çıkılmış ve burası Göztepe Spor Kulübü lokali olarak belirlenmişti. Göztepe Spor Kulübü eflatun-beyaz renkleriyle Ereğli halkının gözdesi  bir kuruluştu. Özellikle futbol alanında çok başarılıydı. Beyçayırı’ndaki futbol karşılaşmalarını Ereğlililer yoğun bir ilgiyle izlerlerdi. Yaz yaşamımızın büyük kısmı burada geçiyordu. Aşağıdan gelen helâ kokusu ve dar alanda içilen sigaralardan çıkan yoğun duman canımıza okuyordu. Buradan müthiş şikayetçiydik. Böyle bir spor kulübü olamazdı, ilçemize yakışmıyordu. Ayrıca gün geçtikçe artan şehir nüfusunun su gereksinimi karşılanamaz olmuştu. Ereğli’deki en büyük sorun susuzluktu. Delikanlılığın ve ülkedeki siyasal ortamın verdiği heyecanla üniversite gençliği olarak Kaymakama gitmeye karar verdik. Hemen randevu aldık. Bir yanı parka bir yanı kumsala bakan, cephesindeki iki mermer sütunla gösterişli ve tarihi Hükümet Konağı’nın merdivenlerini tırmandık. Konak iki katlıydı ve kaymakamın odası hem denize hem de kente bakan köşede bulunuyordu.

Askerî yönetim Demokrat Partili Belediye Başkanı Kâmil Erdem’i görevden almış, bu görevi Kaymakam Recai Argat’a vermişti. Kaymakam bizi hoş karşılamıştı. ABD’de gönderildiği kurstan yeni dönmüştü. Bize sürekli Amerika’dan örnekler veriyor, konuşurken bol bol “okey” sözcüğünü kullanıyordu. Kendisine kendimizi okullarımız belirterek tanıttık; istemlerimizi sıraladık. Öncelikle bizi tuvaletin üstünden kurtarmasını istiyorduk. Burası gençlere uygun bir yer değildi. Gayri insani koşullarda oturmaktan bıkmıştık. İkinci talebimiz ise geneldi. Ereğli susuzluktan kırılıyordu. Kendisi hem kaymakam hem de belediye başkanı olduğuna göre bu görev ona düşüyordu. Aradan bir süre geçti. Değişen bir şey yoktu! Kaymakama bir kez daha gittik. Somut bir yanıt alamadığımız gibi bizden rahatsız olduğu da anlaşılıyordu. İçten içe kızıyordu belki ama üzerimize de gelemiyordu. Bizimse sabrımız taşmıştı!

27 Mayıs’tan sonra bir Anadolu ilçesinde ilk kez toplu bir eylem yapma kararını vermek zor olmadı. Hemen örgütlendik. Bolu’da resim öğretmenliği yapan sonradan ünü ülkeye yayılan Ressam Osman Oral bize ağabeylik yapıyordu. Öğretmenlikten gelen içgüdüsü ile bizi kanatları altına almıştı. Pankartları güzel kaligrafisiyle kendisi yazıyordu. Bize göre ağabey durumunda olan edebiyata ve şiire meraklı Ahmet Çakal ilk sloganı bulmuştu: “Şehir Susuzluktan Kerbelâ / Gençlerin Oturduğu Yer Helâ” Sonra diğerleri sıralanmıştı. “Dinamik Kaymakam İstiyoruz!”, “Resmî Dairede Niçin Okey?”

İstanbul’dan gelen arkadaşların önemli bir kısmı Kumkapı’daki Kadırga Yurdunda kalıyorlardı. Ahmet Çakal, Timuçin Çakal, Hüseyin Cıbıroğlu, Kenan Aydeniz, İbrahim Sulu, İbrahim Aydeniz, Sezai Demiroğlu, Selçuk Çakmakçı bu takımdandı. Ayrıca İstanbul ve çeşitli liselerde okuyan Muammer Çolakoğlu, Avni Çelebi, Turan Erimez, Halit Abalı, Erol Özkök gibi yeni yetmeler de bize katılmışlardı.   Ben de Ankara Üniversitesi öğrencilerinin tek temsilcisi gibiydim. Kafilemiz elinde pankartlarla çarşı merkezine doğru ilerliyordu. Esnaf ve halk bizi hem ilgiyle izliyor hem de destek veriyordu. Küçük çapta da olsa, gençler hem kendi hem de halkın sorunlarını cesaretle dile getiriyorlardı. İnsanların sempatisi bakışlarından ve yüz ifadelerinden anlaşılıyordu.

Başarmıştık! Yürüyüş olaysız sona ermişti. 27 Mayıs 1960’tan sonra üniversite gençlerinin küçük bir ilçede de de olsa Anadolu’daki ilk eylemiydi bu. Ereğli, ilerde tarihe geçecek yığınsal gösterilere tanık olacaktı!

Kemal ANADOL