2001 yılından bu yana TGC başkanlığı yapan Orhan Erinç, çekirdekten yetişme bir gazeteci. Uzun yıllardır Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Erinç, muhabirliğin zor ama bir o kadar da zevkli olduğunu düşünüyor.  Erinç, siyaset ve ticaretin gazeteciliğe karışmasıyla birlikte oluşan kastlara rağmen  "Umutsuzluk gazetecileri getirilmesi gereken ilk yasaklardan biri" diyor.

SABİNE ERKUŞ-NİHAL KOCABAY

YARIM yüzyılı aşan gazetecilik serüveninde mesleğin her alanında kalem oynatan Orhan Erinç, örgütçü yanıyla da meslektaşlarının yanında yer almayı ilke edinen bir isim.  Dünyadaki örneklerinin tersine meslekte kıdemlendikçe muhabirlikten uzaklaşan Erinç, geride bıraktığı 53 yıla rağmen "İzin verseler tekrar muhabirlik yaparım" diyor. Babıâli'nin 'Orhan Ağabey'i, pek çok kesimden kişinin saygınlığını kazanmış bir isim. Bunu mütevazılıkla karşılayan Erinç, bu durumu hayata ve insanlara karşı gösterdiği hoşgörüye bağlıyor. Orhan Erinç'e göre, insan olmak en az yüzde 50 saygıya değer.

Gazeteciliğe Demokrat Parti (DP) milletvekili Selim Ragıp Emeç'in sahibi olduğu bir gazetede başladınız. Bu sizi nasıl etkiledi?


Kendimi şanslı bir gazeteci olarak görüyorum. Son Posta, DP Milletvekili Selim Ragıp Emeç'indi ama o dönemde siyaset ya da ekonomik çıkarlar henüz gazeteciliğin önüne geçmemişti. Gerçekten gazetecilik yapılmaya çalışılırdı. Son Posta'nın DP'liliği de başyazısında ya da köşe yazısındaydı. Mesela aynı gün Adnan Menderes, İsmet Paşa ya da Kasım Gülek bir yerde konuşmuşsa belki Adnan Menderes 5 sütün diğerleri 3 sütün manşet olurdu ama yine de belirli bir gazetecilik anlayışı vardı. Bugünkü anlayışla karşılaştırdığımızda tarikat ya da siyaset gazeteciliğin önüne geçmemişti. Öyle bir ortamda gazeteciliğe başlayınca insan gazeteciliğin ne olduğunu daha iyi anlıyor. İkinci en uzun çalıştığım gazete Cumhuriyet oldu. 1963 yılında Yeni Sabah'tan geçtim Cumhuriyet'e. Çünkü Son Posta 1962 Eylülünde kapanmıştı. Benim için önemli bir durumdu. Son Posta'nın sahibi Selim Ragıp Emeç Yassıada'da yargılandığı için mal varlığına ve gelirlerine blokaj uygulanıyordu. O açıdan gazetede ücret ödemeleri aksıyordu. Kapanmaya yaklaşan o son 8 aylık dönemde ben Gece Postası'nda genel yayın yönetmenliği statüsüne geçtim. Ama aynı zamanda Son Posta'da da çalıştığım için imzamı koymuyordum. Bunu sekiz ay sürdürdüm. Son Posta'dan Yeni Sabah'a muhabir olarak geçtim. Gece Posta'sına benim yerime Orhan Özgüden geçti.

Çok uzun süredir Cumhuriyet'te çalışıyorsunuz. Aynı yerde uzun süre çalışmanın zorlukları ya da rahatlıkları neler?

Zorluğu olmadı. Çok sayıda yönetici ve genç arkadaşla çalıştım. Ben yöneticilikten çok ağabeylik gibi bir anlayışın gazetecilikte geçerli olduğunu düşünüyorum. Cumhuriyet'te brüt 46 sene çalıştım. Çünkü 1981'in Mayıs'ında yönetim değişikliğinde ayrıldım. Yani bir boşluk dönemim var. Ama insan o kadar alışıyor ki 1981'de ayrıldıktan sonra Cumhuriyet'ten ayrıldığımı ancak 1983'de farkına vardım. Çünkü gazetelere gazeteci gibi baktığınız zaman okuyucunun fark etmediği çok sayıda yanlışa rastlıyorsunuz. "Hay Allah böyle de olur mu" diye kendi kendime dertleniyordum. İki sene sonra farkına vardım ki ben artık Cumhuriyet'te çalışmıyorum. Bunu anlayınca "tamam artık beni ilgilendirmiyor" dedim.


"UZMANLIĞA ÖNEM VERİLMİYOR"
Muhabirlikten, yazı işlerine, yöneticiliğe kadar gazeteciliğin pek çok alanında çalıştınız. Sizin için hangisi daha keyifliydi?

Meslekte 53 yılı geride bıraktım. Yaptırsalar hâlâ muhabirlik yapmak isterim. Belirli bir süre sonra kıdemlenince muhabirlikten alınıyorsunuz. Bu dünyadaki uygulamayla da ters düşüyor. Çünkü gazetecilikte önemli olan uzmanlıktır. Uzmanlık da deneyimle, pek çok kişiyi tanıyarak elde dilen bir özellik. O açıdan maalesef Türkiye'de uzmanlığa yeterli önem verilmiyor. Alanlarında hala gazetecilik yapanları saymaya kalksak herhalde 10 bin gazeteci içinden ancak 100 kişiyi sayabiliriz. Bizim gençliğimizde de durum böyleydi. Bir kişi 45 yaşına gelmişse ve halen muhabirlik yapıyorsa"bir baltaya sap olmadı" diye neredeyse küçümsenirdi. Belli bir kıdem sonrasında ya istihbarat şefi ya da yazı işlerinde sekreter bu günkü deyimiyle editörlük yapıyor olmalıydı. Oysa yurt dışından devlet adamlarıyla gelen gazetecileri baktığımız zaman aralarında 60-70 yaşını aşmış kişiler var.

Siz genel anlamda her görüşten insanın saygısını kazanmayı başarmış bir gazetecisiniz. Babıâli'nin "Orhan Ağabey"si olarak anılıyorsunuz. Bizim meslekte zor olan bu durumu bunu nasıl başardınız?

Tabi öyle diyorlar ama ben bir şey diyemiyorum bu konuda.  Beni yönlendiren iki olay olduğunu düşünmüşümdür hep. Bunlardan birincisi, ortaokulda Bilgiç Ataç diye bir askerlik hocamız vardı. Adını hiç unutmuyorum, o zamanlar ya yüzbaşı ya da binbaşıydı. Sonra korgeneralliğe kadar yükseldi. İki üç sene öncede ilanda gördüm vefat ettiğini. O hiç bilmeyen öğrenciye beş verirdi. Gerekçesi de şuydu: "Türkoğlu doğuştan askerdir".  Burada belirli bir hoşgörü var. Sonra ben yaşlandığımda bunu biraz daha geliştirdim ve insan olmanın en az yüzde 50 saygıya değer olduğu sonuca bağladım. O nedenle ne olursa olsun insanların saygı gösterilmesi gereken varlıklar olduğuna inandım. Özellikle de meslektaş, iş arkadaşı ya da aynı yerde çalışan insanlar arasında ayırım olmaması, herkesin saygı gösterilmesi alışkanlığını sürdürdüm. İkincisi, babam ney çalıyordu.  Ben o neyi çatlattım. Ney arıyorum almak için ama hiçbir yerde bulamadım. Kadıköy'de Altıyol'dan istasyona giden caddenin baş tarafında bir müzik aletleri dükkanı vardı. Oraya da sormak için girdim. Şişman, kıranta dediğimiz ak saçlı bir bey oturuyordu masada. "Ney arıyorum" dedim. Adam bana dedi ki: "evladım yok ama çalmak için arıyorsan, ben sana neyimi vereyim. Sonra getirirsin bana." Oğlu o esnada "baba tanımadığın adama neyini güvenip nasıl verirsin" dedi. Adam "ney çalmak isteyenden adama kötülük gelmez" dedi. Bu da benim kafamda yer eden bir şey oldu. Tabi birde ben 1960 Ocak'ında hem cemiyet üyesi oldum hem de Son Posta'da istihbarat şefi oldum. O zaman ben 24 yaşındaydım. Ama 40 yaşında muhabirimiz vardı. O nedenle insanlara iş verirken ya da bir şey söylerken belirli bir düzeyde kalınması gerektiğini, "git şunu yap" gibi emir verilmesi şeklinde değil de anlatarak, belli bir nezaket çerçevesinde iş yapmak gerektiği kanısına vardım. Tabi yönetici olunca duygusal olamıyorsunuz, çünkü bazı görevler için insanlar arasında tercih yapmak durumundasınız. Ama o tercihi ilişkilerinize göre değil de çalışmaya, verime göre yapma durumunda kalıyorsunuz. Buna da dikkat ettiğimi sanıyorum. Yani tabiri amiyanesiyle bilerek ve isteyerek kimseye kazık atmadım ya da bir kötülük yapmadım. Elbette bir karar almak durumunda kalıyor yönetici, bu karardan belki bazıları yararlanıyor ama bazıları da ya olduğu yerde kalıyor ya da gidiyor. O tercihleri yansız yaptığımıza inandırma önemli gazetecilikte. Sanıyorum ki benim genç yaşta yöneticiliğe gelmem duygusallığı arkaya atmayı başarabilmeme herhalde Babıâli'deki yaşamımda önemli oldu. Tabi sonra ben de kıdemlenmeye ve yaşlanmaya başladım. Unutmuşum duygusal olmayı. Hala da duygusal olmak gibi bir lüksüm olmadı.

Sizden zaman zaman ilginç öyküler duyabiliyoruz ya da akla takılan bir soru için "Bunu Orhan Bey bilir" diye adres olarak gösteriliyorsunuz. Bu kadar şeyi akılda tutmak, bu tarihe olan merak nereden geliyor?

Demek ki boş yer çok da ondan bu kadar tutuyorum hafızamda. Benim özellikle isim hafızam başarılı sayılmaz. Ama şöyle bir şey var: bana diyelim ki bir kitap geldi. Bana yarar mı diye o kitabın sayfalarına hemen bir göz atarım. Bana yararsa saklarım, yaramadığını düşünürsem belli uzmanlık alanında olan arkadaşlardan kime yarar diye bakar, onlara veririm, ya da arşive gönderirim. Ama içerisinde ne olduğu aklımda kalıyor. Belki kitabın adını hatırlamıyorum ama kapağın rengi daha çok aklımda kalıyor. Bir şey sorulunca "galiba mavi kapaklı bir kitapta olacaktı" diye arıyorum ya da buluyorum. Hatta Yalçın Pekşen'in "Köpeği Isıran Adamın Peşinde" diye Cumhuriyet Anıları kitabı vardır. Piyasada yok ama basın tarihi açısından da önemli bir kitaptır bana göre. Yalçın Pekşan bu kitapta benimle de dalga geçer; bir şey sorulduğunda dermişim ki "arşive git, sağdan ikinci rafın ortasında bilmem ne kitabı olacak, onun 352. sayfasında var". 

"HABER MASA BAŞINDA YAPILMAZ"
Yazılarınız bir kaynak niteliği de taşıyor. Yazılarınızda Türkiye'nin tarihini görebiliyoruz.
İşte önemli olan hoşça vakit geçirmekten çok bilgilendirmek olmalı. Bizdeki köşe yazarlarında her konuyu yazmak gibi bir zorunluluk var. Ben yazmıyorum. Eğer bildiklerim gazetelerde okuduklarım ve yahut televizyondan seyrettiklerimle sınırlıysa o konuyu yazmıyorum. Niye? Çünkü okuyanlara bir fayda sağlaması mümkün değil. Benim gibi o da izlemiştir, benim bildiklerimi o da biliyordur. Benim görevim o bilgilerin üstüne bazı şeyleri anımsayabilmek ve yahut yeni bir bilgi varsa koymak. Onun dışında yazarlık benim pek hoşuma giden bir iş değil. Şundan da belki kaynaklanıyor: bir muhabirlik var, bir de yazarlık var. İkisi birbirinin tersi. Eğer ben her şeyi biliyorum derseniz muhabirlik yapamazsınız. Ben her şeyi biliyorum, en iyi ben yazarım diyorsanız muhabirlik yapamazsın. Ama ben her şeyi biliyorum en iyi de ben yazarım demezseniz yazarlık yapamazsınız. Bana göre iki görev asılında birbiriyle çelişiyor. Muhabir bir şeyleri öğrenip aktarmak zorunda. Masa başında haber yapılamaz, ama yazarlık masa başında yapılır. Bu iki farkı dikkate alırsa ben muhabirliğin daha zor ama daha zevkli olduğunu düşünüyorum.

Yazan insanların anlatmak istediği bir derdi de olmalı? Sizin yazılarınızda da gazetecilik mesleğinin her yanını görüyoruz. Orhan Erinç yazılarında ne anlatmak istiyor?


Türkiye'de şöyle yanlış bir alışkanlık var. Mesela gazetelerde işkence yapıldığına dair haberler çıkıyor. Ama bu haberleri okuyanların yüzde 90'ı okuyor ve geçiyor. Herhangi bir tepki ya da fikir oluşturmuyor. Ne zaman oluşturuyor? Kendi oğlu, amcası, yeğeni yani ailesinden, yakınlarından birisinin işkence görmesi söz konusu olduğu zaman ortaya çıkıyor, gazetelerin yolunu tutuyor. Oysa başkalarına işkence yapıldığında sorun sahiplenmiş olsa kendi yakınına da işkence yapılmasını engelleyecek. Tepkisizlik söz konusu. Bu belki 12 Eylül sonrasının siyasetten uzaklaştırılması, tepkisizliğe mahkum edilmiş olmasının henüz kırılmamış olasından da kaynaklanıyor. Bu belki de arkasına sığınılan "terzi kendi söküğünü dikemez" gibi bir yaklaşım her zaman gazetecilikte de söz konusu oluyor. Gazeteciliği bekleyen tehlikeler, ifade özgürlüğüne getirilen engeller konusunda pek yeteri ilgi gösterilmediği kanısındayım. Çünkü yasalar yapılırken karşı çıkmadığınız sürece o yasa yürürlüğe girince değiştirmek daha da zor. O açıdan tepkilerin yasalar hazırlanırken gösterilmiş olması tabi en azında yasayı çıkaranların kafasında kuşku yaratılması gerektiğini düşünüyorum. O açıdan bakıldığında daha çok mesleki konulara, hukukla ilgili konulara yer vermeye çalışıyorum. Belki bu benim özel durumumdan da kaynaklanıyor olabilir. Türkiye'de hem Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC)  başkanlığı hem de Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS) genel başkanlığı yapmış ikinci kişiyim. Birincisi Nail Güreli. Ama şu aşamada TGC'de hem genel sekreterlik hem de başkanlık yapmış tek kişi konumundayım. Umuyorum ki benden sonra gelen kardeşlerim de böyle onur duyacakları bir göreve gelirler. Bu durumda her şeye bunun gazetecilikle ne ilgisi var gibi bakmak durumunda kalıyor insan. 

"ÖRGÜTLÜLÜK GAZETECİLİKTE DAHA ÖNEMLİ"
Söz ettiğiniz gibi mesleki örgütlerin içinde olmuş birisiniz. Örgütlü olarak mesleğin içinde yer almanın gazetecilere sağladığı yararlar nelerdir?


Örgütlü olmak özellikle gazetecilik için diğer mesleklerden çok daha önemli. Çünkü diğer meslekleri yerine getirirken insanların inançları ya da ideolojileri pek önemli rol oynamıyor. Yani bir avukat ele alırsak, şeriat yanlısı ve yahut solcu, anarşist olabilir. Ama yapacağı işle düşüncelerinin arasında hemen hemen bağlantı yok. Ama gazetecilik düşünceye göre yapılan bir iş. Şu anda Türkiye'de 38 tane yaygın tanımına giren gazete var. Bunların hemen hemen hepsinin de bir ideolojisi var. Tabi kitle gazetelerini bir açıdan bunun dışında tutmak lazım. Kitle gazetelerine de yazarları açısından baktığımızda belirli inançları savunan insanlar var. Yani yaptığı işle savunduğu inanç ya da ideoloji arasında doğrudan belki de organik bağlantı olan tek meslek gazetecilik. O açıdan bir araya gelindiğinde ancak çok sesliliği savunmak mümkün oluyor. Yoksa her görüş kendi arasında örgütlendiği zaman güçlük ortaya çıkıyor ve sonuç almakta daha zor hale geliyor. Çünkü insanlar da buna siyasal görüşün temsilcisi diye bakıyorlar. TGC'nin geleneği açısından bakarsak belki de dünyada da örneği olmayan bir örgüt olduğunu görüyoruz. Çünkü Türkiye'de ne kadar değişik görüş varsa o görüşlerin temsilcilerinin üye olduğu bir örgüt TGC. Çok değişik görüşleri de bir arada tutmanın tek yolu var, o da doğrudan politikayla ilgilenmemek. Ancak sadece gazetecilik mesleğiyle ilgili olduğu ölçüde politikayla ilgilenmek gerekiyor. Bu da örgütün etkisini ve üyelerinin gücünü gösteriyor.

Farklı görüşleri bir arada barındırmak çelişkileri de beraberinde getiriyor mu?
Biz mesleğimizi ve meslektaşlarımızın çıkarlarını savunan bir örgütüz. Meslek çıkarlarının savunulabilmesi için de yapmamız gerekenler başka. Ben Orhan Erinç olarak iktidara kızabilirim ama TGC başkanı olarak, gazeteci Orhan Erinç'in görüşlerini söyleyemem. Bu farkı bazı arkadaşlarımız "ses çıkarmıyorlar" gibi bir yaklaşımla değerlendiriyorlar. Bana göre pek de haklı sayılmazlar. Çünkü biz TGC olarak bugün siyasal iktidarı savunan üyelerin de olduğu bir örgütüz. Ben üyeler adına siyasal iktidarla kavga etme durumunda değilim. Zaman zaman iktidarın yaptığı yanlışlıkları eleştirebilirim ama bu siyaset değildir. Türkiye'deki yanlış anlayış "her örgüt siyaset yapmalı"dır. O zaman ben belirli görüşleri savunmaya başlarsam bu kadar değişik düşüncedeki arkadaşlarımı aynı çatı altında tutamam. Bu mesleği ve meslektaşlarımın çıkarlarını düşünmek durumundayım. Tabi burada Türkiye'nin çıkarlarıyla bağdaştırmak gibi bir durumda var ama bizim görevimiz siyaset yapmak değil. Bizim görevimiz somut olaylara göre görüş bildirmek, gazetecilik mesleği açısından bir değerlendirme yapmak. 

"GAZETECİNİN YAKINMAYA HAKKI YOK"
Siz de ekmeğini kalemiyle kazananlardansınız. Bunu başarmak zor oldu mu?
Gazetecilik zor bir meslek. Bu mesleğe girerken bunları biliyorsunuz. Bu nedenle bu işe girerken bu zorlukları doğal olarak kabul ediyorsunuz. Dolayısıyla yakınmaya hakkınız yok. Böyle bir yaşam biçimini seçmek kendi tercihiniz. Gazeteciliğin değerinin bilmediği, gazetecilerin yaşama düzeyini belirli bir standartta sürdürmesini sağlayacak ücretlerin belirli gazetecilere verilmediğini düşünüyorum. Ama gazeteciler arasında gazeteciliği gazeteci olarak yapmaya çalışanlarında değerlendirildiğini düşünüyorum. Benden çok daha genç ama saygı duyduğum gazeteci arkadaşlarım var. Bu belki de gazetecilik anlayışının karşılıklı etkileşiminden de kaynaklanıyor olabilir. Ben hep gazeteci olarak kalmaya çalışıyorum ama ben bunu başarıp başaramadığı konusunu değerlendirme durumunda değilim.

Genç gazeteciler övünecekleri patronlara ya da yöneticilere sahip olabilecekler mi?


Umutsuz olmamak lazım. Umutsuzluk gazetecileri getirilmesi gereken ilk yasaklardan biri. Siyaset ve ticaret gazeteciliğe karışınca bir anlamda kastlar oluştu. Yani asgari ücretle ya da bu ücretin altında çalışan gazetecileri, onların 30 - 40 katı maaş alan yöneticiler yönetiyorlar. İşin içine ticaret de girince önemli değişikliklerden birisi gazetelerin maliyetini düşürmek oldu. Maliyet düşürüldüğü taktirde işveren para kazanıyor. Bunu sağlayanlar da gazetelerin yöneticileridir. Bu böyle sürünce muhabirliğin gerekli değerin bulunmaması durumu söz konusu oluyor. Bu böyle devam etmez diye düşünüyorum. Devam ederse gazeteciliğin geleceği açısından da endişe duymak gerekiyor. Herkesin aklının başına geleciğini düşünüyorum.

Yıllardır gazetecilik yapıyorsunuz. Bu anlamda pek çok anınız da birikmiştir. Birini paylaşır mısınız bizimle?


 Ben 12 Eylül döneminde Cumhuriyet gazetesinin sorumlu yazı işleri müdürüydüm ve Cumhuriyet gazetesi vatan hainleri kapsamındaydı. Postu deldirmedik ama epeyce yargılandım. 3'ü tutuklama istemiyle ben 11 defa Selimiye'de ifade verdim yargılandım. 12 Eylül'le ilgili söyle bir anım var: 
Necdet Üruğ sıkıyönetim komutanı olarak, tutuklama istemiyle beni mahkemeye vermiş. Mahkemeden celp gelmiş.  Arkasından da 30 Ağustos resepsiyonuna katılma içinde davetiye gelmiş. Bu davetiyeyi de 1. Ordu Komutanı sıfatıyla göndermiş.
Sıkıyönetim komutanı olarak tutuklanmamı talep ediyor Sıkıyönetim Komutanı olarak gönderdiği davetiyede de Cemiyet yönetim kurulu üyesi olarak resepsiyonu onurlandırmamı istiyor. En çarpıcı anım bu.

53 yıllık gazetecilik serüveni

1936 yılında Balıkesir'de doğan Orhan Erinç, Özel Gazetecilik Okulu'nu bitirdi. 14 Şubat 1957'de gazeteciliğe başlayan Erinç,  Son Posta, Yeni Sabah ve Cumhuriyet gazetelerinde muhabir, istihbarat şefi ve yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Kısa süre Gece Postası gazetesinde genel yayın müdürlüğü yaptı. 1981-1984 yılları arasında Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Erinç, 1984-1985'de Türk Haber Ajansı'nda genel yayın müdürlüğü, 1987-1990 yılları arasında ise Güneş gazetesinde dizi yazılar ve araştırma müdürlüğü görevlerinde bulundu. 1993'te genel yayın danışmanı olarak Cumhuriyet gazetesine dönen Erinç, 1994'de genel yayın yönetmenliğine getirildi. 2001 yılının Ocak ayından bu yana Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapıyor. Haber, röportaj, inceleme dallarında 8 gazetecilik başarı ödülü bulunan Erinç'in Türk Dil Kurumu Basın Dil Ödülü'nün de aralarında bulunduğu onlarca ödülü var. "Türk Basınında Cumhuriyet'in 60 Yılı" kitabını İbrahim Örs'le birlikte hazırladı. Cumhuriyet gazetesinde yayınlanmış ve Türkiye'de olup bitenlerden bir kesit oluşturan "Şu Bizim Enayi Defteri" isimli kitabıyla okurlarıyla buluşan Orhan Erinç'in bir diğer kitabı da uzun bir emeğin eseri olan, toprak dağılımı üzerine yaptığı araştırma "Bir Arpa Boyu". Meslek hayatının uzun bir döneminde meslektaşlarının haklarını savunmak için çaba harcayan Erinç'in ifade ve basın özgürlüğü üzerine olan yazıları ise "Medya ve Demokrasi Masalları" ve "Demokrasiye Kitakse" isimli kitaplarında toplandı. Türkiye'nin gündemini uzun yıllardır meşgul eden 'türban sorunu' ile ilgili düşüncelerini ise Erinç "Sıkmabaşın Başağrısı" kitabıyla okurlarıyla paylaştı. "Pazartesi Yazıları Şu Bizim Enayi Defteri" ve "Medya ile Politika" Erinç'in okurlarıyla buluşan diğer kitapları. Basın Şeref Kartı taşıyan ve  2001 yılından bu yana TGC Başkanı olarak meslektaşlarının yanında yer alan Erinç, 2009 Burhan Felek Basın Hizmet Ödülü sahibi.

TGC Başkanı Orhan Erinç geçtiğimiz ay Kdz. Ereğli?ye gelerek TGC Temsilcisi Mustafa Kemal Bektaş ve TGC Üyesi Derya Cebesoy birlikte çay içmiş ve sohbet etmişti.