Göçüp gitmişlerdi evlerini barklarını bırakıp da gurbet ellere.

Ne için?

Aş için aş! 

Kolay mı öyle doğup büyüdüğü toprakları bırakıp gitmek? Ama yok ise ekmek doğduğun yerde gideceksin doyduğun yere.

Yok ki başka çaresi.

Oysa…

Her gelene ekmek veren bir bölgede doğmuşlardı.

O bölgede kömür vardı.

Kömürlü yaşamlarında iş bulmak zor değildi.

Hatta, işçi bulunamadığı zamanlarda, dipçikle götürüyorlardı ocaklara.

O yılların ağırlığında, dede mesleği oluverişti madencilik.

Göçüklere, grizulara inat ölüme selam durarak çoluk çocuklarının nafakasını kazandıkları maden ocaklı yıllar çoktan geride kalmıştı.

En son işçi babası vermişti binlerce işsize ekmek.

O da gidince !

Göç verir oluvermişlerdi.

Düşmüşlerdi  yollara  “aş, aş, aş” diye.

Gitmişler ve buldukları barınacakları yerleri  de ekmeğin toprağı bilmişlerdi.

Gurbetten gelip gidiyorlardı artık atalarının köylerine.

Düğün var ise geliyorlardı.

Bayram var ise geliyorlardı.

Bir de konu komşu demez duydukları her acıda özlemlerini de giderebilmek için adeta koşarak geliveriyorlardı.  

Bu kez de öyle oldu ya!

Köyden gelen bir ölüm haberi düşünce  hemen kiraladıkları midibüse doluşarak gelmişlerdi Karadeniz’in Ereğlisine.

Acı paylaşılmış.

Konu komşu ile helalleşilmiş.

Ve başlamıştı işte yine dönüş.

Dönüş yolu değil ölüm yoluymuş meğerse.

Sürekle nöbette olan trafiğin  canavarı Ereğli’nin sınırlarında içinde çıkıverdi  birdenbire karşılarına.

Çarpışma.

Çığlıklar peş peşe geldi midibüs takla atarken.

Bir, iki üç derken sayı bir anda 10’u buldu.

Ve öldüler ailece, köyce.

Nisan ayının sonlarına doğru karlı bir havada ve bir gün sonra geri döndüler köylerine.

Ama bu kez tabutlar içinde!

Toprak ana kabul edip koynuna aldı hepsini kucaklayarak sonsuzluğunda.

 

Acı büyük!

Acı can yakıyor.

İçimiz kan ağlarken,  düşündüm derinlere dalarak.

Bu insanlar.

Bu insanların ne işi vardı İstanbul’da?

Evinde, toprağında neden değillerdi?

Neden gitmek zorunda kaldılar köylerinden?

Kim ya da kimler gönderdi?

Neden?

 

Ereğli-Alaplı yolu arasındaki sahilden günün her saatinde geçerken  çınlardı o çekiç sesleri. Kimi zaman karanlığı yırtarak, kimi zaman da yoldan geçen araçların gürültüleri arasında kaybolarak.

Tak… Tak… Tak….

Derken bir gün sustular.

Şimdi yoklar yıllardan beri.

Kayboldular !

Kriz denen lanetli şey vuruvermişti işte onları da.

Oysa orada binler vardı.

O binlerce genç  kaynak yaparak, çekiç sallayarak doyururlardı karınlarını.

“İş bitti paydos!” denildiğinde çaresizlik içinde  gittiler onlarda gurbetin ellerine.

Geliyor belki ama !

Nasıl?

Kimi de belki de tabutlarıyla geliyorlar.

Ve gömülüyorlardır herhalde köylerinde.

Kimse bilmeden !

Duymadan !

Sessizce !

 

Hey gidi Zonguldak hey!

Nereden nereye sürüklendin.

Sen ağlar,

Köyler ağlar,

Dostlar ağlar,

Madenciler ağlar,

Gurbetlerde ağlar,

Ekmeksiz gecelerde ağlar Zonguldak!

Esenköy’den yükselen bu çığlıkta uyandırmaz ki  kimseleri!