Akşamları oynanan oyunlarda bir kazanırsa beş kaybediyordu.

Artık oyun masalar da ilk aranan kişiydi.

Eeee, işini de iyi yapıyordu, arazide ne var ne yok herşeyi temizliyordu! söküyordu kamyon kamyon naklediyordu.

*

(Nuri ÖZTÜRK yazdı) Sahanın etrafında üçüncü turu atıyorlardı, ufaktan bir çocuğun Yüksel Abii, Yüksel Abiii diye bağırarak kendisine doğru geldiğini görünce, koşuyu bıraktı.

Zaten yorulmuştu, aslında onun bu kadar koşmasına da gerek yoktu ki, O takımın kaptanıydı, frikikleri, penaltıları atardı, kornerden gelen topa çıkar, tık diye kafayı vurur tabelayı değiştirirdi.

Ne oldu oğlum, neden bağırıyorsun dedi.

Dayı anahtarı istiyor, almadan gelme dedi, deyince, antrenmanı yöneten Fuat Hoca’ya seslendi, Hocam hemen geliyorum.

Hızlı adımlarla, okulun yanından geçti, az ileride yüksekçe bir yerde, bölgenin haberleşmesini yöneten, telefonların bağlantısını sağlayan, Çubukçunun büyük oğlunun “işyerine” santral kulübesine doğru seslendi.

Nurettin bak hele, şu Dayı’ya bir sor bakalım, ne anahtarıymış bu... Allah Allah terimde soğuyacak yaa... diye söylenmeye başladı.

Sinemacı Yüksel ve Fehmi Dayı sinemanın iki çalışanıydı. Dayı kapıda dururken Sinema’nın diğer işlerini Yüksel hallederdi. Sinema ondan sorulurdu.

O zamanlar öyleydi, bırakın cebi, evlerde bile telefon yoktu. Olanların da görüşmeleri, santral denilen kulübedeki görevlinin (bu kişiye bölgenin sır küpü de denilebilir) maharetiyle birçok fişin oradan oraya takılıp çıkartmasıyla sağlanırdı.

Telefonla iletişim sağlanamazsa, ki çoğunlukla da sağlanamazdı, o zaman da birisini oradan oraya koşturup haberi taşıtarak haberleşmeyi sağlayabilirdiniz!

Santral memuru herkesi tanıyan, herkesin sırrını bilen çok önemli bir kişiydi, öylede olmak zorundaydı. Bölgenin canlı telefon rehberiydi.

Aynıyla vakidir ki, iki kişi telefonla konuşurken santral görevlisinin üçüncü kişi olarak araya girip, ya teyze bende söyledim, o evde öyle biri yok diye, ama anlatamadım diyecek kadar haberleşmeye aracı! olurdu. Sırdaş’tı demiştik ya, gerçekten de öyleydi.

Fuat Hoca, ilkokul ’da öğretmendi, gençliğinde kalecilik yapmıştı, şimdiki fiziğine bakınca da o günlerden pek bir farkı yoktu. Yeni tabirle oldukça fit görünürdü. Bölge takımının hocalığına başlamıştı.

Kasaba esnaflardan Gazeteci Bayram’la, Bakkal Arif’in abileriydi.

Çeşitli egzersizler sonunda yapılan çift kale maçla idman bitti, Soyunma odasına gidildi. Sahanın yanında daha doğrusu saha ile okulun arasına yeni bir soyunma odası yapılmıştı.

Fuat Hoca, bu idmanı Zonguldakspor da bile yaptırmazlar, öyle değil mi? söylesene Aytaç söylesene dedi.

Vilayetin takımı ikinci milli lig ’de oynamaya başlamıştı. Bölgede ayrı bir heyecana neden oluyordu.

Sadık Ustanın oğlu Aytaç, bölgenin bilinen, tanınan önemli bir futbolcusuydu. Yeni sezona hazırlanan Zonguldak Sporun hazırlık kampına davet edilmişti. Antrenmanlarına katılıyordu. Beğenilirse takıma katılacaktı.

Fuat Hoca, yaptırdığı idmanın önemine vurgu yapmak için böyle konuşuyordu, Aytaç’tan da teyit etmesini istiyordu.

Bölge insanı en küçüğünden en büyüğüne, yaşama bir başka gözle baktığından, erken yaşta olgunlaşırdı, o yaşlarda özgüven sahibi olurdu.

Üniversite son sınıf öğrencisinin konumu ile, bölgedeki orta okul son sınıf öğrencisinin konumu aynı sayılırdı. Bölgede o zamanlarda daha yüksek eğitim veren bir okul yoktu ki.

Haliyle de bu yaşa gelmiş çocuklar bile kendilerini ispatlamak derdine düşerlerdi. Hafta sonu gittiği film ’den mi, çok sık gelen konser veya tiyatro kumpanyalarının renkli görüntülerinden mi, yoksa liseyi dışarıda okumak zorunda kalan ancak yaz tatillerinde bölgeye gelen büyük abilerinin, ablalarının anlattıklarından mıdır bilinmez ama, henüz ortaokul talebesiyken şöhret olmak için evlerinden büyük şehire kaçma cesaretini gösteren çocuklar olmuştu.

Hal böyle olunca, o yaşlarda bile oldukça büyük aşkların yaşanması da!  kimseye sürpriz olmuyordu. Gerçi, kızın oğlandan, oğlanın kızın aşkından haberi olur muydu, işte onu bilemem.

Erkek çocukların ve kız çocuklarının kendi aralarındaki sohbetlerde kimlerin kimlere âşık olduğu bilinirdi de bu durum aralarında sır! olarak kalırdı.

Bölge sakinlerinin yaşamı çoğunlukla ev-okul, ev-işyeri, sineme veya zaman zaman komşu ziyaretleri ile geçerdi. Yaşamlarının en önemli yerinde elbette Radyo yayınları vardı. Radyo tiyatrosu, liseler arası bilgi yarışması, yurttan sesler konserleri, arkası yarınlar evlerin yaşamında oldukça önemli yer tutardı.

Bölge sakinlerinin evleri de işyerleri çok önemliydi. Ancak önemli bir yer daha vardı ki, kimi sakinler için ilk sırada bile yer alabiliyordu.

Emekli oluncaya kadar, iş hayatını (zaten sonrasında burada yaşayamazlardı) burada geçiren kişilerden lokale gidip sohbet etmeyen, ufaktan oyun oynamayan, orada bir iki kadeh bir şey içmeyen bölge sakini kalmış mıdır bilemem ama varsa da sayıları bir elin parmakların geçmemiştir.

Mesai saati bitiminden sonra eve gidip kıyafetini değiştirip lokalin yolunu tutanlar kadar, işten çıkıp eve giderek vakit kaybetmek istemeyen, koşar adım lokale gidenlerde olurdu. Oyun masalarında eğlencesine oyun oynayanlar kadar, ciddi ciddi parayla da oyun oynayanlar vardı. Sayıları da hiç az değildi.

Lokal sakini olmak önemli bir sosyal statüydü. Lokal önemli bir sosyal mekandı.

Taşkömürünün Karaelmas olarak bilindiği, kıymetinin Devletçe önemsendiği zamanlarda, karaelmas daha çok denize yakın bölgelerdeki ocaklardan çıkartılıyormuş.

İstasyon yine şimdiki yerindeymiş, buradaki kara trenin asli görevi, karaelması kasabanın limanın taşımaktı. İşçileri memurları öğrencileri de taşırdı.

Deniz tarafındaki ocaklardan, yani istasyona oldukça uzak yerlerden çıkartılan kömürlerin, kara trene ulaştırılması için ne yol ne de araç varmış.

Çaresizliğin çaresi kömürün havadan taşınması ile çözülmüş.

İşte hava hatları o nedenle yapılmış.

Havadan kömür taşıma işi, oralardaki kömür ocaklarının ekonomik ömürlerini tamamlamalarına kadar sürdü.

Dağları tepeleri çelik direklerle, çelik tellerle aşan, her türlü zorluğa her türlü tabiat şartında direnen kilometrelerce uzaklardan kara trene karaelması taşıyan hava vagonları! Yani hava hatları, görevlerini huzur içinde tamamlayıp âtıl hale geldiler. Kaderlerine terk edildiler.

Aslında bu süreç Vefakâr Varagel için de sonun başlangıcı demekti.

Elbette bu kadarla da yetinilmeyecekti, yetinilmedi de,

Kara treni yok etme senaryolarının yazımı, tee o zamanlarda başlamıştı. Senaryoya “Kimse hatırlamasın diye, eziyetlerin en yok edicisi yapılsın” diye dipnot bile düşüldü.

Varagel ile Kara Trenin akıbetleri ile ocakların kapatılmaları arasında anlayış farklılığı yoktur.

Az biraz düşünülseydi, daha doğrusu istenilseydi, bölgenin şimdilerdeki kuş uçmaz kervan geçmez bir yere düşürülmesi  önlenebilirdi.

İstenilseydi karşılıklı yapılacak birkaç seferle, hafta içi istenilen yoğunluk sağlanamasa da hafta sonları bölgenin canlı kalması sağlanır üzerine ölü toprağı serpilmezdi.

Yine istenilseydi, daha doğrusu iyiniyetli olunsaydı, yine yok etmek, itibarsız hale getirilmek istenmeseydi, tepedeki o güzelim tek evler yok pahasına satılmazlardı. (Gerçi onu da beceremediler ya)

Sözün özü bölge yaşatılmak istenmedi, yok edilerek unutulması amaçlandı.

Saf olma amaç Devlet’i unutturmak, anlamıyor musun? demeyin, biliyorum.

İşte bölgedeki bu hava hatlarının sökülmesi için, bir tarihte, bir yerlerde bir ihale yapıldı. Son yirmi yılda ikiyüz defa değiştirilen ihale yasası o zaman değişmemişti, yılların ihale yasasıydı.

Bir nedenle futbol sahasına çıkanların, okul tarafında değilde karşıdaki kale direklerinin arkasındaki görüp hatırladığı kocaman hangara benzer çelikten yapılmış deposu, yüksek yüksek direkleriyle, aşağılara kadar uzayan, ormanların içinde kaybolan çelik tellerinin olduğu, herkesin de unuttuğu, tüm hava hatları sökülecekti.

Bölge birçok yerde birçok müştemilatı, çelik depoları, kulübeleri ve benzeri tesisleri olan, uzunluğunun kilometrelerce olduğu bilinen hava hatlarından temizlenecekti.

Buralarda neler vardı, neler yoktu, tam olarak ne olacaktı derseniz, bunları pek de bilen kimse yoktu.

İhaleye kazanan mı dersiniz, ihaleyi kapan mı dersiniz “mütaahhit” önce kasabayı ziyaret etti. Oldukça fazla temaslarda bulundu, haliyle birçok kişiyle de tanıştı, epeyce bir tanışı, dost çevresi oldu.

Bu kişilerin neredeyse tamamına yakını bölgeyi iyi bilen, bölgeyle yakınlığı olan, bölgedeki hemen hemen herkesi tanıyan kişiler olması kimsenin dikkatine çekmedi, çekmesi de gerekmiyordu.

Yanında bir iki yardımcısı, elemanı veya her nesi oluyorlarsa birileri de vardı.

Mütaahhit bölgeye geldi. İlgili kişileri ziyaret etti, tanıştı, dahası hiç ilgisi olmayan kişilerle de tanıştı. Bir iki nezaket sözü dışında pek fazla itibar görmedi, herkesin işi gücü vardı.

Aşağı mahallede, ağaçların içerisinde nefis bahçesi olan, tertemiz pırıl pırıl, virajdaki “misafirhane” ye yerleşti. Bölgenin en önemli sosyal mekânının “sinemanın yanındaki lokal “olduğunu öğrenmişti. Oranın itibarlı sakinlerinden biri, belki en önemlisi olmayı çoktan kafasına koymuştu. İlk akşamdan lokali ziyaret etmekte gecikmedi. Zaman kaybının hiçbir anlamı yoktu. Zaten burada kalacağı günler de sınırlıydı.

Dersini çalışarak gelmişti.

Gündüzden tanıştığı birkaç kişiyle selamlaştı. Tanışmadıklarıyla da orada tanıştı. Hoşsohbetti, içki de içiyordu, oyun oynamaya da meraklıydı.

Bazıları ilk akşamdan fazla samimi olmayayım, kimdir nedir bilmiyoruz! anlayışıyla araya mesafe koysalar da bazıları ilk günden “mütaahhit” in hoş sohbetinden, içki muhabbetinden pek memnun kalmıştı, samimiyet derecesinin “canciğer kuzu sarması” mertebesine gelmesi an meselesiydi.

Hoş yeni tanışıyorlardı ama aylar öncesinden ihalenin yapıldığı, birisinin de ihaleyi aldığı biliniyordu, o günden beri tanışıyor sayılırlardı!

İkinci günden itibaren abi kardeş samimiyeti kurulmuştu, “akşam lokalde görüşürüz” gibi randevulaşma aşamalarına geçilmişti bile.

Müteahhidin söküm ve nakliye ekipleri yavaş yavaş bölgeye gelmeye başladı. Gündüzleri vaktinin çoğunu idari büroda geçiriyordu, akşamları da lokalin aranan adamı oluvermişti.

Oyun masalarında yerini almıştı almasına da sürekli kaybediyordu. Pek oyundan anladığı söylenemezdi. Ama güzel içki içiyordu, biraz değil oldukça da cömertti. İyi de bahşiş bırakıyordu.

Lokal sakinlerine göre sanki ezelden beri “içlerinden” birisiydi!

Akşamları oynanan oyunlarda bir kazanırsa beş kaybediyordu.

Artık oyun masalar da ilk aranan kişiydi.

Eeee, işini de iyi yapıyordu, arazide ne var ne yok herşeyi temizliyordu! söküyordu kamyon kamyon naklediyordu.

Çalışkandı, maharetliydi!

 İsterlerse heykeli de bekçi kulübelerini de durakları da sökebilirdi!

İlk geldiğinde kendisine biraz mesafeli davrananlar hatalarını anlamışlardı. Artık onlarda, hatta tanıştığı herkes kendisine olabildiğince yardımcı oluyordu.

İdari büro ’da hiçbir işi bekletilmiyordu. Bırakın bekletilmeyi ışık hızıyla hallediliyordu.

Akşam oyun masalarında dönen miktarlarda ufaktan artırılmıştı. Oyun oynarken lugatında “olmaz” kelimesine yer vermeyen mütaahhit, sahadaki işinin de yarısını bitirmişti.

Oyun oynamayı biraz öğrenmişe benziyordu. Önceden beş oyundan birini kazanırdı, oyunda el yükseltme! başlandığından buyana beş oyundan ikisini üçünü kazanmaya başlamıştı.

Herkes onunla oynamak istiyordu. Neredeyse randevu sistemine geçilecekti. Sahadaki işi bitmeden, bölgeden gitmeden “birkaç oyunda biz oynayalım” diyenler, sabırsızca sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı.

Nihayetinde işlerini bitirdi, ekiplerini topladı hepsini bölgeden gönderdi. İşini tastamam yapmıştı, kimilerine göre üstüne vazife olmayan işleri bile yapmıştı! Hava hatları, hurda demir sahalarını çelik depolar kulübeler tertemiz temizlemişti, bir çivi tanesi bile yerde bırakmamıştı!

İdare kendisine şükran duyuyordu!

Son akşamki oyun çok geç saatlere kadar sürdü. Masada ki el hiç yükselmediği kadar yükseldi. Hayret edilecek bir şeydi, geldiğinde hiç oyun bilmeyen müteahhidin yanından o gece “şans melekleri” hiç ayrılmadı. Hiç el kaybetmedi!

Vedalaşırken, arabasının arkasından su döküldü mü bilinmez ama, gözü yaşlı! oyun severleri bıraktığı bilinmektedir.

İleriki günlerde “lokal oyun tutanakları” yayınlandı.

Tutanaklarda “Oyun masalarından kazançlı çıkan hiçbir lokal sakini ’nin “adına rastlanamadı!