Nuri Öztürk, Sevgili Kardeşim Camimize hala bir yer bulamadıksa belki faydası olur. Bolca Selamlar” notuyla aşağıdaki yazısını gönderdi:

NERDE ÇALIŞIYORSUN ? AY BİY EM’ DE

Hatırlanacaktır, Milenyum adı verilen yeni yüzyıl başlarken, birçok ülke insanı gibi bizim ahaliyi de bir heyecan dalgası kaplamıştı.

Büyük bir hızla iki binli yıllara koşuyorduk. Yakın geçmişte bilgisayarların yaşamımıza girmesiyle birlikte, dünya kendi ekseni etrafında dönmekten vazgeçmiş, kompüterlerin etrafında dönmeye başlamıştı. Daha internet denilen, örümcek ağını tahtından indirmeye aday buluşun, insanlığa hükmetmesine epeyce bir zaman vardı. 

Kasabanın fabrikası, çok çok öncelerde bilgisayarlarla içli dışlı olmuştu, Dünyadaki en yeni teknolojik gelişmelerin ilk kullanıcısı, ülke sanayimiz adına, bitmez tükenmez yenilenmelerle ileri senelerin planlamasını yapardı.

Bazı fabrika çalışanlarına nerde çalışıyorsun diye sorulduğunda ay biy em’ de (IBM) diye verdikleri cevap, baya fiyakalı olurdu, Çalıştıkları bina bile bu isimle anılır olmuştu.

Milenyum yaklaşırken insanoğlunun o günlerdeki en büyük derdi, aralık ayı sonunda yeni yıl yani iki bin yılı başlarken bilgisayarların göçeceği, büyük bir kaos olacağı, tarih değişimi ile birlikte, bu değişime hazır olmayan ülkelerde birçok sıkıntının ortaya çıkacağı yönündeydi.

Kaos beklentisi üzerinden, öyle senaryolar yazılıyordu ki, bu yazılanlara dünyanın en babayiğit film yapımcılarının hayal güçleri dahi yetersiz kalırdı.

Kasaba ahalisi de iki binli yılların heyecanına kapılmıştı, Milenyum geliyor diyorlardı ya, kimilerinin kulağa çok hoş geliyordu. Nedeni pek bilinmese de, birçok şeyin çok farklı olacağından kimsenin şüphesi yoktu.

Beklendiğinin aksine, olumsuz bir şey olmadan iki bin yılına girdik, hep beraber güle oynaya iki binli yılları yaşamaya başladık. Zaten geldikten sonrada da büyük bir hızla geçmeye başlamıştı bile.

Zaman zaman cılız da olsa bazı yerlerden, kasabanın fabrikasının satılacağının haberleri servis edilmeye başlanmıştı.

Yabancılar ülkede gözlerine kestirdikleri her şeyi satın almaya başlamışlardı, alamazlarsa da büyük ortak oluyorlardı. Önce çimento fabrikalarını, ardından hazır beton santrallarını aldılar, betona âşık olduğumuzu anladıklarından olsa gerek inşaatları yapmayı bize bıraktılar.

Kasabanın fabrikası için çıkan satılacak söylentileri öncelerde pek dert edilmedi. Ayrıca satılırsa da buradan alınıp başka tarafa götürülecek değildi ya, yine kasabaya hizmet edecekti.

Fabrika zamanında kasabanın Uzunkum’unda kurulmuş sıradan, alelade bir fabrika değildi, bırakın kasabayı, ülke sanayisinin göz bebeğiydi, finans dünyasının merkezi, İstanbul Menkul Kıymetler Borsasının olmazsa olmaz lokomotif şirketiydi.

Elbette hayat bulduğu kasabanın da can suyuydu.

İşe para tarafından bakılırsa, açıldığından bu yana, yan sanayisiyle, kışla köyündeki kamyoncuları ile, Gülüç ırmağının iki kıyısındaki kesme, biçme, depolama yapan esnaflarıyla, anlı şanlı sac tüccarlarıyla, osuyla busuyla birçok şeyiyle, kasabanın ve kasabalının hayatının tam merkezine yerleşmişti.

Bir arkadaşı kasabaya ziyaretine gelmişti.

Birader, Düzce’den bu tarafa dönünce trafik rahatlar demiştik, ama ne mümkün. Düzce ile buranın arasındaki trafik yoğunluğunun, E 5 trafiğinden fazlası var eksiği yok demişti.

Öyleydi, fabrikadan yükünü yüklemek için sıra bekleyen ağır tonajlı araçların yoğunluğundan, fabrikanın Kışla köyündeki sevkiyat kapısının önünden geçip, kasabaya girmek zaman zaman nerdeyse imkânsız hale geliyordu. Yalnızca kasabanın esnafı değil, Alaplı’nın, Akçakoca’nın, Düzce’nin de esnafları fabrikanın nimetlerinden bir şekilde sebepleniyorlardı.

Kasabanın yakın tarihi için Milat, tartışmasız fabrikanın kasabaya geldiği tarihti.

Olur mu olmaz mı, yabancının mı olacak, bizde mi kalacak tartışmaları yapıladursun, kasabanın fabrikasının yeni sahibi Ordu Yardımlaşma Kurumu, bilinen adıyla OYAK oluvermişti.

Herkes derinden bir oh çekmişti.

Coşkumuzun ve heyecanımızın tek eksiği, gündüz vakti de olsa havai fişek gösterisinin yapılmaması olmuştu.

Kasabanın fabrikasını yabancılara kaptırmamıştık!

Bazıları satış bedelini az bularak, ucuza gitti, diye şikâyet eder gibi olmuşlardı ama, (sanki daha çok paraya satılsa, bu para pazaryerinde millete dağıtılacaktı) neyse ki ahali bunu pek fazla dert etmemişti.

Neticede fabrikanın sahibi bizim askerimizin bir kuruluşuydu, bundan daha iyisi olamazdı.

Fabrikanın yeni sahibi çok geçmeden kasabayı ve kasabalıyı mutluluğa boğmaya başlamıştı.

Bünyesinde yeni yeni şirketler doğuyordu. Nakliye şirketi bile kurmuştu!

Ahalimiz gelişmelerden çok memnundu, fabrika daha da çok büyüyecek, kasabaya da daha çok faydası olacaktı!

Üretimini bilmem nereden nereye çıkartacaktı.

Bizim kasabanın fabrikası, bizim askerlerin sahibi olduğu şirketinin yönetiminde, daha da çok büyüyecekti. Elbette kasaba ve kasabalı da bu büyümeden payını fazlasıyla alacaktı!

Hoş işten çıkartmalar biraz hızlanmıştı ama, eee ne yani eskiden de olmuyor muydu?

 İşten çıkartılanlar ise öfkeliydi.

Ya arkadaş, benim daha iki yılım vardı, benden habersiz askerlik borçlanmamı ödemişler, sabah işe gidince, çıkış kağıdını elime tutuşturdular.

Bizim bilader çıkışının verildiği haberini, yıllık izindeyken aldı, gibi benzer konuşmalar olağan hale gelmişti.

Bunlar bireysel sıkıntılardı, kasabalının pek umursadığı şeyler değildi, ama biraz fazla mı olmaya başlamıştı ne.

Kasabanın ticaretinde kendine yer edinen, kasabaya has, eğitim ihtiyacı gerektirmeyen bir meslek haline gelen, sac tüccarları da ufaktan ufaktan şikâyet etmeye başlamışlardı ki,

Fabrikayı yabancılar alsaydı, siz o zaman görürdünüz hanyayı konyayı, bu günler ’deki ufak tefek sıkıntıları eski kazandıklarınıza sayın, biraz sabırlı olun zamanla düzelir, karşı çıkışlarını görünce, seslerini pek yüksek perdeye taşıyamamışlardı, akıllarına, bir olalım birlik olalım fikri gelmişti, hemen derneklerini kurdular. Bir oldular birlik oldular, patrona karşı tek ses olup güçlerini birleştirdiler.

Patron umursamadı bile.

Fabrika yabancıya gitmemişti gitmesine de, bu kadar da olmaz ki, demeler çoğalmaya başlamıştı.

Kasabaya dışarıdan gelenlerin dikkatini çekmişti, eskiden fabrikada üretilen malları ülkenin her tarafına taşıyan, yollarda tren katarı gibi art arda dizilen araçlar artık yoktu. Aksine bu mallar dışarıdan kasabaya getiriliyordu.

Yerel yönetimin başındaki çok şikayetçiydi, yüksek sesle fabrika yönetimine ver yansın ediyordu, oranın başkanını, buranın temsilcisini çeperine toplamış, fabrika ’nın kasabaya faydası yok zararı var, kasabanın ekonomisine darbe vurduğu yetmiyormuş gibi, denizi de havayı da mahvediyor, hurdasıyla pisliğiyle denizden binlerce metre kare alan kazanıyor, yasa falan dinlemiyor, borçlarını da ödemiyor diyordu.

Karşı görüşte olanlar da vardı, onlarda her şeyin farkımdaydılar, ama meseleyi kasabanın genel problemi olmasının dışına taşıyarak, eski defterleri de çıkartarak, olayı bireyselleştirip, pundunu da bulmuşken, yerel yönetimin başındakine centilmenliğe aykırı faul yapma peşindeydiler.

O zaten herkesle kavga eder, partisinin ilçe yönetimiyle bile kavgalı diyerek topu taca atıyorlar, zamana oynamayı tercih ediyorlardı.

Fabrikayla hiç işi olmayanların derdi ise oldukça farklıydı.

Fabrikanın Basketbol, Voleybol ve diğer branşlarda çok başarılı takımları vardı. Kasabayı ülkenin ulusal liglerinde başarıyla temsil ediyorlardı. Kasabalı canlı seyredemezse, evinde ulusal televizyonlardan keyifle onları izliyor, günlerce de yorumlarını yapıp, mutlu oluyordu.

Fabrikanın o zamanki yöneticileri kasaba sporuna destek vermeyi sosyal bir sorumluluk kabul ederek fazlasıyla desteklemişlerdi. Kasabayı o zamanlarda birçok spor dalıyla buluşturmuş, ülke çapında başarılı sporcuların yetişmesine önayak olmuşlardı.

Peki yabancılara kaptırmadık diye bayram yaptığımız yerli ve milli şirketimizin yetkilileri, şimdi ne diye fabrikanın himayesindeki spor kulüplerini kapatacağız diyorlardı.

Bilmiyorlar mıydı, zamanında kasabada askeriyenin Denizgücü adında kasabada da çok sevilen bir futbol takımı yok muydu? Askeriye ’ye ait şirket, spora karşı olur muydu?

Kasabalının aklından elbette bazı şeyler geçiyordu, lakin bunları söylemek yerine, bana dokunmayan yılan, atasözüne uygun pozisyon almayı daha çok tercih ediyordu.

Acaba yeni patron, artık kasabayı ve kasabalıyı yok mu kabul ediyordu? Parayı verdim aldım, bundan sonra burası benim, ben ne dersem o olacak mı diyordu?

Zaten fabrikanın nereden yönetildiği de bilinmeze dönmüştü, Genel Müdürlük İstanbul’da mı, Ankara’da mı diye merak ediliyordu, ama kasabada olmadığı kesindi.

İşin nereye dayanacağı, patronun ne yaptığını daha da ne yapacağını, kasabaya ve kasabalıya karşı sürdürdüğü ekonomik ambargoyu nereye kadar götüreceğini kimse tahmin edemiyordu.

Kömürün limana vagonlarla getirilip, gemilerle taşındığı zamanlardan buyana, sonrasında da kasabanın fabrikasına gelen gemilere acentelik hizmeti veren, tarihi firmaların işine bile göz dikilmişti, bırakın göz dikmeyi işlerini ellerinden alınmıştı.

Lamı cimi kalmamıştı her şey günışığı gibi ortaya çıkmıştı.

Kasabanın fabrikasının yeni sahibi, kasaba ve kasabalıya açık açık,

Siz benim için yok hükmündesiniz, bana benim şartlarımda işçilik yapacakların dışında, benden kimseye sipali çalışmaz diyordu.

Kasabalı sosyal yaşamdan, fabrikanın kasabaya olan sosyal sorumluluğundan söz edip hala kendini avutuyordu da,

Patron fabrikanın sosyal tesislerinin kapısına zinciri çoktan vurmuştu.

Kasabalı sinemanın, stadyumun kapatılmasının şaşkınlığını üzerinden atamamışken iki ay bilemedin üç ay hizmet verilen güzelim plaj da, öyle veya böyle sudan bir sebepten kapatılmıştı.

Devran dönmüş, devir değişmişti, zamanın kasabasının variyetli aileleri, zamanın kasabasının anlı şanlı zenginleri, zamanın kasabasında paralarını koyacak yer bulamayan, malının mülkünün hesabını bilemeyenler, fabrikayı yok kabul etmişlerdi, onun nimetlerini ellerinin tersiyle itmişlerdi.

Dokuz on yaşındaki çocuklara futbol öğreten, sonrasında futbolu bırakıncaya kadar nereden nereye transfer olursa olsun, çocuğu yetiştiren kulüp olarak her transferinden pay alınırken,

İsteselerdi, bizim efendi abiler o zamanlarda birlik beraberlik ve kararlılıkla, fabrika üzerinde söz söyleyebilecek, sözünü de dinletebilecek, kasabalı olmanın verdiği özgül ağırlıkla karar alınan masalarda yer alıp, kasabaya ve kasabalıya ait kalıcı bir gücü tesis edebilirlerdi.

Aslında kendilerinin, kasabanın, kasabalının adına neleri kaybettiklerine o gün de, bugün de, ne hayal dünyaları ne medeni cesaretleri, nede ekonomik zekâları yeterli gelmemişti.

Kasabalı, en küçük ailesinden, en varlıklısına kadar birlik olup güçlü olmaktansa, küçük olsun benim olsun anlayışını tercih etmiştir.

Kasabanın icra dairelerinde, kasabadaki konut sayısından çok çok fazla icra dosyası varsa, kasabada artık nakliyeci, sac tüccarı levhalarına rastlanmıyorsa, fabrikayla iş yapan zora düşen esnafı, acentesi veya her kim olursa olsun bilmelidir ki, bugünkü sıkıntıların nedeni yeni patron değildir.

Hep söylemiştik ya, kasabanın yazgısının değiştiği, yaşam çıtasının yukarılara yükseldiği kırılma noktası, yani kasabanın Milat’ı fabrikanın kasabaya gelmesiyle başlamıştı,

Kasabada ilkine pek benzemeyen ikinci ve hiç istenmeyen bir Milat daha yaşanmıştı.

Kasabanın fabrikası, kasabalının elinden alınmıştı.

İş buralara kadar gelmişken, yeniden ısıtılan cami meselesinde,

Denizi doldurup güzel bir köprüyle de geçilen denizin içine mi yapalım, yoksa denize nazır askeri lojmanların yerine mi yapalım, ya da İstanbul Yeşilköy’deki Atatürk Hava Limanın pistlerini ortadan cart diye yırttığımız gibi, amfi tiyatroyu da ortasından kesip oraya mı yapalım diyen her kim ise,

Lafı eğip bükmeden, ama lakin fakat, demelerin arkasına da saklanmadan, yerini bulmak istemediğiniz camiyi,

bu saatten sonra,

Yabancıya kaptırmadığınız! fabrikanın girişindeki, hemde deniz kıyısındaki, Genel Müdürlük Binasının bahçesine yapsanız ne yazar, yapmasanız ne yazar.

Nuri Öztürk /Sapanca