*Mesleğini, Cin Ali’nin muhasebe ofisinde, onun rahle-i tedris ’inden geçerek öğrenmişti. Çok sevilmesi, lugatında hayır kelimesinin olmaması ve de gerçekten çok zeki olması ile kısa zamanda kasabanın en önemli muhasebecisi olmuştu. İşine aşıktı, Sigara ve rakı vazgeçilmezleriydi.

* Musa ve Sezgin kardeşler burasını, kasabada eşi benzeri görülmeyen bir anlayışla işletirlerdi.

* O gün kasabanın kederli günlerinden biriydi. Kasabanın çocuğu, fabrika işçilerinin Özer Abi’si, gerçek işçi lideri devrimci sendikacı, Özer Er vefat etmişti. Her ölüm gibi buda erken vedaydı.

O sene kış fazla sert geçmişti, tamamen geçmiş de sayılmazdı. Mart ayı yarılanmıştı ama, hava hala çok soğuktu. Boşuna mart ayı dert ayı’dır dememişlerdi. Esnafın da vergi ayı’ydı. Bu sene araya bir de dini bayram girmişti.

Geçmiş yılın evraklarını doldurduğu çantası aldı, muhasebecisinin yolunu tuttu, büronun kapısından girdiğinde “irkildi” içeride sigara dumanından göz gözü görmüyordu.

“Çocuklar bu ne hal, camları açın biraz, burada nasıl nefes alıyorsunuz” diyerek, büronun sahibi Maça’nın odasına geçti.

Maça “Ooo abi sen buranın yolunu bilir miydin” diye, sitem ederek karşıladı.

Ne içersin abi” diye sordu, meşgulsünüz Abdürrahim, gözleriniz kan çanağına dönmüş, aç şu camı aç yavrum, içeriye biraz hava girsin.

Hadi bari, bir kahve içeyim diyerek koltuğa ilişti, senenin bu zamanlardaki rutin sözleriyle, konuştu.

Yavrucuğum, biliyorsun bu sene işler biraz sıkıntılı geçti, birde vergi ile uğraştırma bizi, sen bilirsin işini, Turan abine yardımcı oluver.

“Miki Turan” kardeşi “Saatçi İlhan’ın” dükkanının karşısında nalburiye işi yapar

Mart ayıyla birlikte esnaflarla muhasebeciler arasında sıkı bir mesai başlardı. Evraklar çantalara doldurulup, ofis ziyaretleri başladığında, kasabalının aklına, gönüllerde Üstat ‘lık mertebesine ulaşabilmiş tek bir isim gelirdi,

Muhasebeci Şadan.

Kasabalı “Deli Şadan” namıyla bilirdi, yüksek sesle konuşması (yani çok yüksek sesle de denilebilir), bünyesine iktisap haddinden fazla (epeyce fazla da denilebilir) alkol yüklemesi dışında” pek fazla aşırılığını “gören olmamıştı. İşinde” çok titiz ve deneyimli olması, çok şanssız, bir muhasebeci “olmasını engelleyememişti.

Bazı önemli zamanlarda muhasebe ofisinde çıkan, hiçbir surette cana zarar vermeyen yangınlar! nedeniyle hakkında birçok eleştiri yapılsa da yaygın kanaat bu şansız olaylarla, kasabanın en önemli muhasebecisinin hiçbir surette ilgisinin olamayacağı yönündeydi.

Miki Turan kahvesi bitirip ricasını tekrarladı ofisten ayrıldı.

 Abdürrahim diye bahsi geçince pek kimse tanımazdı, ama Maça denildiğinde de tanımayan olmazdı.

Annesi Goroşlardan, Davud’un Ahmet’in ablasıydı. Evleri Kızkapısınday’dı. “Karıncayı incitmez” deyimi vardır ya, işte bu söz sanki Maça için söylenmişti.

Mesleğini, Cin Ali’nin muhasebe ofisinde, onun rahle-i tedris ’inden geçerek öğrenmişti. Çok sevilmesi, lugatında hayır kelimesinin olmaması ve de gerçekten çok zeki olması ile kısa zamanda kasabanın en önemli muhasebecisi olmuştu. İşine aşıktı, Sigara ve rakı vazgeçilmezleriydi.

Ha birde hiç ayrılmadığı, arkadaşları dostları vardı, gençliği arkadaşlık bağlarının çok kuvvetli olduğu Yenimahalle’de geçmişti. Lakin bu arkadaşlarının içerisinden iki tanesinin yeri çok ayrıydı. Kırtasiyeci Yakup ve Faruk Hançer.

Mart ayının, çok çok yoğun olduğu son günlerinden birinde, akşamın geç vaktinde “gece yarısı demek daha doğru olur” muhasebe ofisinin kapısından içeriye Faruk ve Yakup epeyce çakırkeyif bir halde girdiklerinde, ofisin tüm çalışanları yorgunluktan bayılmak üzereydiler, o günler on üç, on beş saat çalışılan günlerdi o zamanki muhasebe çalışmaları, bu günkü muhasebecilerin işlerine hiç benzemezdi.

Aslında esnaf da muhasebe işlerini pek ciddiye almazdı, muhasebe ve vergi işlerini “fuzuli işler” olarak görürdü.

Muhasebeciler defterleri elleriyle yazarlardı, bugüne göre ilkel makinalarla çalışırlardı. Mart ayında muhasebeciler evlerinin yolunu unutur, tüm müşterilerin beyannamelerini, mart ayının son günü, günün son saatlerine kadar büyük bir özveriyle vergi dairesine yetiştirmeye çalışırlardı.

Yakup” hadi ver de kimliksiz gezmesin çocuk” dedi.

Faruk” ya baksana çok işi var, biz sonra gelelim dedi, Yakup “ver ver kimlik önemli” dedi. Faruk ısrarla ve inatla” çok yoğun ya, biz gidelim, hadi bize müsaade” diyerek kapıya doğru yöneldi.

Maça defterlerden başını kaldırdı” ya sizin eviniz yokmu, hadi gidin, evinize yatın uyuyun, zaten olacağınız kadar olmuşsunuz” dedi.

Yakup yine aynı ses tonuyla tekrarladı “hadi hadi, ver çocuğun kimliğini

Ofis çalışanları da meraklanmıştı.

Faruk Hançer paltosunun iç cebinden, nereden bulduysa, vatandaşların o günlerde kullandığı çok sayfalı, Yeni ve gerçek bir nüfus cüzdanı çıkarttı.

İşaret parmağını dilinin ucuyla hafifçe ıslattı, ilk sayfayı çevirip olanca ciddiyetiyle okumaya başladı.

Adı Maça

Ana adı Baba adı doğum yeri doğum tarihi, itinayla dosdoğru yazılmıştı.

Kan gurubu bölümünde, “Damarlarında dolaşan alkolün içerisinde bir miktar kana rastlanmış olup, miktarı az olmasından sebep kan grubu tespit edilememiştir”

Okur yazar satırı icat edilmiş, karşılığına “Cin Ali Üniversitesi, yüksek muhasebe bölümü

Adresi kısmına da birkaç adres yazılmıştı ama, en üstte “Musa’nın orası” yazıyordu, hatta ayrıntıya da girilmiş, “kapı girişinde soldaki ilk masanın (ne demekse) dibi” denilmişti.

Maça dahil ofisin tüm çalışanlarına gülmekten ağrılar girmeye başlamıştı, günün tüm yorgunluğunu üzerlerinden atmışlardı.

Ne yazık ki kasaba sevdalısı bu üç arkadaş yaşamdan çok erken koptular. Kasabadaki yaşamlarında hiç ayrılmamışlardı. Kasabalıya göre gittikleri yerde de ayrılmamışlardı.

Çarşıdaki parkın içinde, Belediye Sinemasına sırtına dayamış Pençes deresiyle komşu adı “Belediye Lokantası” olan bir mekân vardı. Âmâ bu ismi pek kimse bilmezdi.

Bilinen adı “Musa’nın Orasıydı

Kasabanın şu ana kadar olan görkemli geçmişinde,

Evvelinde “Goca Yusuf’un ini olupta, sonrasında Cennet Cehennem Mağaraları” denilen,

Namı ülkeyi aşmış, “Uzunkum’daki fabrika

Çileği, Çeliği adı her ne olursa olsun,

Musa’nın Orası” kadar kasabanın sosyal yaşamına, sanatına, kültürüne, siyasetine yön vermiş, katkı sağlamış başka bir yer olmamıştır.

Lakin bilinmelidir ki sözümüz ve sorumluluğumuz, evvel emirde elli ’li yıllarda yalı caddesinde başlayıp, doksanlı yılların ortalarına kadar yaşamını çarşıdaki parkta tüm vakarıyla sürdürmüş olan, markanın, Merve altına taşınma vebalinin üstlenildiği tarihle sınırlıdır.

Ulu çınarların altında dıştan dekoratif tuğla ile örülmüş, içi yerden bir metre kadar ahşap lambri ile kaplı, bahçesinde süs havuzu olan çok güzel bir mekan’dı.

Yazın çınarların serin gölgesinde yenilen yemeklere içilen içkilere, kışın içeride gürül gürül yanan odun sobası eşlik ederdi.

Buradaki masalarda sohbetler sevgi ve saygı ile yapılırdı, yeni yeni dostluklar kurulurdu, kavgalar kırgınlıklar sonlandırılıp kadehler barışmalara kalkardı.

Yani çok çok sonralarda, kasabanın sloganına “Sevgi Barış ve Dostluk” adı nasıl verildi diye, merak edilir tartışılırsa, bu tarihi, bilimsel ve belgeli tespitimiz tartışmaların büyümemesi adınadır.

Günün belli saatlerinde, belli masalarda adeta yoklama vermesi gerekiyormuş gibi görevine sadık müdavimleri olurdu. Kimi öğle tatili mesai aralığında, kimisi gündüz saat iki ile dört arasında yoklama yerlerinde hazır bulunurlardı. Akşam mesai bitiminden sonra ise yer bulmak büyük şans olurdu.

Musa ve Sezgin kardeşler burasını, kasabada eşi benzeri görülmeyen bir anlayışla işletirlerdi.

Musa çalışanlarının ahlak ve işyerine sadakat durumlarına bakıp hiyerarşik yapıyı da gözeterek, işleyişe zarar vermeden, çalışanına işyerinden hisse verirdi. Sözle değil yasal olarak işletmeye ortak yapardı.

O gün kasabanın kederli günlerinden biriydi. Kasabanın çocuğu, fabrika işçilerinin Özer Abi’si, gerçek işçi lideri devrimci sendikacı, Özer Er vefat etmişti. Her ölüm gibi buda erken vedaydı.

Özer Er Disk’e bağlı sendikanın kasabadaki şube başkanlığını yapmıştı.

Fabrikanın faaliyete geçmesi ile sendika yetkisini almak için irili ufaklı birçok sendika kasabaya hücum etmişti. Zaman içinde çeşitli sendikalar yetki almış, kimi zamanlarda da yetki karmaşası yaşanmıştı.

Özer Er, fabrika işçisinin daha iyi koşullarda yaşaması için sendikal uğraş verirken, eşi de kasaba çocuklarının sağlıklı bir yaşamla tanışmaları için gece gündüz oradan oraya koştururdu. Eşi kasabanın hükümet ebe ’siydi. Kasabanın sevilen esnaflarından Gözlükçü Zafer’in ablasıydı.

Cenaze merasimi için dışarıdan çok kişi gelmişti. Çok kalabalıktı. Sendikacıyı sonsuza uğurlanıp, vazife yerine getirildikten sonra, kasabaya ilk kez gelenler yakaladığı kasabalı ’ya “Musa’nın Orası nerde” diye soruyordu.

Vasiyet yerine getirilecekti.

Sendikacı, dostlarına “cenaze merasiminden sonra, Musa’nın orda benim için birer kadeh için” diye vasiyet etmişti.

Musa’nın orası boşuna marka olmamıştı, bu manada vasiyetlere giren başka bir yer varsa bilenler derhal söylemelidir, bu kasabanın gelecekte de yazılacak tarihi için ziyadesiyle önemlidir.

Kasaba, fabrika işçilerin ve sendikacıların hak mücadelelerine şahitlik yapıyordu ama, muhalif yazıları ve görüşleri nedeniyle ilk basın ve düşünce suçlusu olarak cezaevine atılan, araştırmacı gazetecilik örneklerinin tee o zamanlardaki keskin kalemi Mehmet Akman’ı namı diğer Çolak Memet ile Gazteci Burhan’ın kasaba basın tarihinde iz bırakan çalışmalarını hatırlamakta yarar vardır.

70 li yıllarda Kaneri ağzında onca zorlu tabiat koşullarına, ticari açlıklara direnerek ayakta kalmayı başarabilen, çok geniş bahçeli, dışı ahşap kaplamalı oldukça büyük bir konak vardı.

Müteahhit, kasabayı çoktan terk etmiş veya kasabada yaşayan hayatta kalan varisleri, hak sahiplerini bulmuş anlaşmış, buraya büyükçe bir iş hanı yapmak için proje çalışmalarına başlamıştı. Kısa zamanda çok çalışılmış her şey yolunda gitmiş inşaata başlama zamanı gelmişti.

Olay kasabada duyulunca, çarşını içerisine, bölgenin tüm görünümünü değiştirecek olan devasa bir iş merkezinin yapılacak olması nedense tartışılmamış, kasabalının aklı iş merkezinde kullanılacak yürüyen merdivenlere takılıp kalmıştı.

Müteahhidin aklı ise başka yerdeydi.

Nerde bulacağını çok iyi biliyordu. Gitti, Musa’nın Orda her zaman oturduğu masasındaydı.

Karşısına geçti oturdu.

Burhan abi, sen beni bilirsin ben seni bilirim, benim kayıtsız kuyutsuz, izinsiz kaçak göçek işlerim olmaz, bütün izinlerimi ruhsatlarımı aldım, İşhanı’nın inşaatına başlıyorum. Senden hassaten rica ediyorum, inşaat süresince” olmaz ama” bir yanlışlık görürsen önce bana söyle düzelteyim, ama gazetede aslı astarı olmayan şeyler yazıp ta insanların kafasını karıştırma, işimi de zorlaştırma” dedi.

Masadan kalkarken” abi şu andan itibaren, inşaat bitinceye kadar bu masada benim misafirimsin” demeyi de ihmal etmedi.

Kafası rahatlamıştı.

Yaz aylarıydı hafriyat işleri hızlı başlanmıştı. Gece çalışması yapılıyordu. Hafriyat kamyonları sabahın erken saatlerine kadar çalışılıyor, çarşıda haraketlilik başlamadan da yollar temizleniyordu.

Kasaba tarihinde, çarşı içerisinde bugüne kadar yapılmamış en büyük inşaat kazısı yapılıyordu, kış ayları da yaklaşıyordu, işte o gece çok şiddetli yağan yağmur kasabanın sokaklarını da, inşaatın etrafını da çamur tarlasına çevirmişti. Temizlik işleri öğlen saatlerine kadar sürdü.

Gazteci Burhan gazetedeki köşesinde kıyameti kopartıyor, kasabayı ayağa kaldırıyordu. “Belediye nerede, bu kasabanın zabıtası yokmu, insanlar çamura saplandı, bu işin sorumlusu kimdir”

Canı çok sıkılmıştı, gitti Gazteciyi yine aynı masadaydı, geçti karşısına oturdu.

“Abi biz seninle böyle mi anlaşmıştık, aylardan beri ne şartlarda iş yaptığımızı görüyorsun, aylarca sözünü tuttun, şimdi niye böyle bir şey yaptın, böyle şiddetli yağmuru ben mi yağdırdım” dedi.

Gazteci tek kelime laf etti “şeytan dürttü, dayanamadım

Kasabanın, o zamanlarda bile araştırmacı, sorunlu! gazetecileri vardı.

                             *Nuri ÖZTÜRK