Nimet Hoca, döndü, suskunluğun kelimelere kilitleyen ve deliren bir insan gibi tepeden tırnağa süzdü Amiral'i.  "Burada top yok, tüfek yok," dedi. "Karaya işgal gayesi ile çıkarsanız sizinle ölünceye kadar muharebe ederiz."

Zonguldak ve bölgesinin kömüre bağımlı yaşamını çok yönlü bir biçimde ele alarak “Grizu” isimli dört ciltlik kitabında anlatan Muzaffer Oruçoğlu, Ereğli’nin işgali ve kurtuluşunu da bu eserinde kaleme aldı.

Oruçoğlu’ndan aldığımız izin ile Grizu’nun 3. Cildindeki bu bölümü yayımlıyoruz.

KÖMÜRE ÖLÜM HIRKASINI KİM GİYDİRDİ?

Fransız işgal kuvvetleri, 8 Haziran 1920 günü, bir kruvazör, iki gambot, iki torpido ve bir nakliye gemisiyle Ereğli Limanına girdiğinde Deli Dürdane sahildeydi. Rüzgârda dalgalanan kınalı saçlarıyla, Ufuk çizgisine kadar olan tüm mavi sahayı gözetliyordu. Gemilerin Ruslara ait olduğunu ve Ereğli'yi bombalayacaklarını sanıyordu. Yöneticilerle görüşmek için şehre peşpeşe işaret veren amiral gemisinden kuş kullanınca iki eliyle memelerini sıktı:

"Fukara Yakup'u sizin attığınız bombaların bağırtısı öldürdü, utanın!" diye bağırdı.

Şehrin korktuğunu ve hareketlendiğini sezinledi. Kaymakamla görüşmek için amiral gemisinden karaya çıkan subayla tercümanın peşine takılıp doğruca kaymakamlık binasına gitti. Kapıcı Dürdane yi içeri sokmadı.

"Beni padişahın kızı mı sandın? Korkma girmem içeri."

Kapının önünde bekledi biraz, sonra ayrıldı, Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'nin girişimiyle şehir ileri gelenlerinin, Fransız Amiraliyle görüşecek bir heyet seçmek için toplandıkları binanın önünde durdu. İçeriden gelen seslere kulak verdi:

"El lakırdısı araba takırdısı," diye homurdandı. "Yedi kubbeli hamam mı kuracaksınız? Yakup'u yediniz. Çıkın dışarı da başımıza ateş yağmadan gidin konuşun gavurla."

Az sonra toplantı dağıldı. Rüştiye Mektebi Başmuallimi ve Ereğli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti Başkanı Nimet Hoca başta olmak üzere, Liman Reisi Nazmi Bey, Belediye Reisi Reşit, aza Eşref ve Hacı Musa Efendi'den oluşan heyet dışarı çıktı. Duvarın dibine, çaput içinde çömelen Dürdane ayağa kalkıp Nimet Hoca'ya doğru yaklaştı. Olağanüstü sezgi yeteneği ve daha önce duyduklarıyla Mehmet Hoca'nın gemidekilerle görüşmeye gideceğini anladı.

"Ben bu gavur gemilerinin niyetini anladım, Nimet Hoca," dedi. "Git konuş bunlarla. Niyetleri nimetse soframız açıktır. Bir lokma için başımıza ateş yağdırıp içmizi ateşle doldurmasınlar."

Dürdane'yi yakinen tanıyan ve seven Nimet Hoca, düşüncesinden ve o anki iç fırtınasından sarılarak:.

"Sen merak etme Dürdane Bacı," dedi, "Niyetleri kötüyse bizim helal nimetimiz onların boğazında kalır."

Dürdane, Hacı Musa Efendi'nin, iyi boyanmadığı için yer yer dalgalı kalan, boya abraşı kumaşını süzerken: "Sen bu kılığın kıyafetinle gavura görünme," dedi. "Sana bakar, yanlış hesap yaparlar; Allah etmesin, şehri bombalarlar, katliamın sebebi sen olursun."

Heyet, gülümseyerek duymazlığa yürüdü. Dürdane, işlerin savsaklanmaması, iyi yürümesi için heyet yüz metre geriden izledi. İskeleye geldiler. Heyet, altı tavlamalı bir sandala binip amiral gemisine doğru yola çıktı. Dürdane, sandalın gidişini seyrederken:

"Bunların aldığı abdest, ürküttüğü kurbağaya değmez," diye mırıldandı. "Tepemize ateş yağar gene. Âleme talih, bize kör Salih."

“Nimet Hocanın dışında tüm heyet üyeleri grand tuvalet giymiş, kürek çekenlere de bahriye elbisesi giydirmişlerdi. Amiral gemisinin sancağına yaklaştıklarında aralarındaki konuşmaları kestiler. Gemiye ilkin, Liman Reisi Nazmi Bey çıktı, Fransız sancağını saygıyla selamladı, onu diğerleri izledi. Bir grup askerle birlikte heyeti karşılayan iki subay, gayet nazik bir tarzda, gemiye çıkanlarla tokalaştı. Kır saçlı ve tombul olanı: "İçinizde Fransızca bilen var mı," dedi. "Ben varım," dedi Nimet Hoca.

"İyi," diye kibarca gülümsedi Tombul. "Sizleri Amiral'ime götüreceğim, beni izlemenizi rica ediyorum."

Subayları izleyerek, kumanda merkezine giren heyet, masasının önünde baston yutmuş casına dimdik duran Amiral'le yüz yüze geldi. Subaylar, kendisini biricik hakikat dağıtıcısı olarak gören ve saygınlığını askerî değerlere tapınma üzerine kuran Amiral'e, Nimet Hoca'yı göstererek Fransızca bildiğini ve heyetin sözcüsü olduğunu fısıldadılar. Amiral, Hoca'yı tepeden tırnağa süzerken sıfırı ve hiçliği keşfeden bir Hint bilgisine benzetti onu. Giriş yapma gereğini duymadan, metaforik bir ruh ve dille, soruna doğrudan girdi:

"Kıyılarınıza gül ve şiirle gelmediğimizi umarım anlamışsınızdır. Filozofun burada bulunuşunun nedeni, korsanlık ve haydutluk olaylarının artmasına ve şehrinizin İstanbul'dan gizlice kaçırılan silahların depolandığı bir geçiş yeri haline gelmesine dayanıyor. Amacımız, dirilik ve düzenin kurulmasında Osmanlı Devleti'ne yardım etmektir. Masallarınız oldukça zengindir ve oradaki iyilik perilerinin niyetini, en az bizim kadar anladığınız inancındayım. Bunun içindir ki fikrimi dolandırmadan, sizlere doğrudan söyleyeceğim. Heraklea Tepesine asker çıkarıp orada kamp kuracağız. Heyetinizin bu harekete yardımcı olmasını istiyorum."

Amiralin sözlerini heyete tercüme eden Nimet Hoca, döndü, suskunluğun kelimelere kilitleyen ve deliren bir insan gibi tepeden tırnağa süzdü Amiral'i.

"Burada top yok, tüfek yok," dedi. "Karaya işgal gayesi ile çıkarsanız sizinle ölünceye kadar muharebe ederiz."

Nimet Hoca'nın çıkışını soğukkanlılıkla karşılar gibi göründü Amiral. Endişe ve tasayla dolu, göreli bir zaman diliminde kaybolduğu sanısına kapıldı. Bir çift şeftali çiçeğine benzetti Nimet Hoca'nın gözlerini. Gözlerdeki yumuşak, sevecen renk harmonisi, dilin hasmane havasıyla nasıl da çelişiyordu. Ânında cevap verememiş olmanın sıkıntısıyla, masanın arkasına geçti. Heyete, basiretli görünen ama onu kullanamayan bir Amiral izlenimi verdiğini düşündü.

"Burası, Osmanlı Devleti'nin ve Fransa'nın hayati çıkarlarının olduğu bir kömür hafızasıdır. Buranın güvenliği, tüm diğer bölgelerin güvenliğinden önce gelir. Eğer güvenlik önlemlerine yardımcı olmaz da bize karşı bir direnişe kalkışır sanız güvenliğin selameti için direnişinizi kırmak zorunda kalırız. Bizleri, istemediğimiz, tatsız bir duruma mecbur etmeyin. Sizlerden ricam budur."

"Biz kendi güvenliğimizi yabancılara teslim edemeyiz," diye yeniden yükseltti sesini Nimet Hoca. "Şehrimiz ve havzamız güvenlik içindedir. Eğer bir huzursuzluk varsa bu da, Rum Pontus kolonisinden kaynaklanıyor. Rombaki ve 69 numaralı Boyacıoğlu ocağının sahipleri olan Dr. Dünyas ve Boyacıoğlu Hacı Anesti'nin kışkırtmalarından kaynaklanıyor. Burada şunu da belirtmek isterim ki kumanya almak için limana ve çarşıya gelecek olan askerlerimize elimizden gelen kolaylıkları gösteririz. Ama herhangi bir işgal hareketi, güvenliği sağlamak bir yana, güvenliği ortadan kaldıracaktır."

"Dağlarımızın kanunsuz çetelerle dolu olduğunu ve bunların işçileri yollarda soyarak havzadaki üretim güvenliğini tehdit ettiğini hatırlatmak isterim."

Bartın Hapishanesi'nden kaçan ve bazı Abhaz eşkıyalarla birleşip çeteleşen, Devrek-Zonguldak yolunda maden işçilerini soyan mahkûmlar canlandı Nimet Hoca'nın kafasında.

"Çete diye bahsettiğiniz güçler, bizim Kuvayı Milliye'mizdir. Eğer çetelerden bahsedeceksek onlar da sizin desteklediğiniz İstanbul Hükümeti'nin, Bolu, Düzce ve Adapazarı'nda bize karşı kışkırtıp ayaklandırdığı Anzavur, Şuayip gibi çetelerdir. Bizim güvenliğimizi tehdit edenler bunlardır. Bunların üzerine yürüdüğümüz için mi havzamızı işgal etmeye kalkıyorşunuz?"

Tartışma bir müddet daha sürdü. Amiral, şaşkınlık içindeydi. Sultan ve çevresine çağrıştıran uysal, uzlaşıcı kişiliklerle karşılaşacağını umarken sezgiyi ve zihni, anlamdan daha çok, anlamı anlam eden şeye takarak durmaksızın açımlanan, aşkın ve inatçı kişiliklerle karşılanmıştı. Heyeti ikna edemeyeceğini anlayınca görüşmeye son verdi. Fransızların işgalde ciddi olduğunu anlayan heyet endişeli, dalgalı bir yumurtayla kıyıya ayak bastı. Heyeti kıyıda bekleyen Dürdane yandan yaklaştı, kulak verdi konuşmalara. Durum iç açıcı değildi.

"Boşuna zamanım geçti," diye mırıldandı sessizce. " Aynanın karşısına geçip alın çizgilerime baksaydım daha iyi olurdu."

Heyeti izleyerek belediye binasına geldi. Binanın önünde bekleyen meraklı kalabalık, heyetle birlikte içeri girdi. Bina arı kovanı gibi uğuldandı; bir yığın erkek sesinin yanında Fehmiye, İsminaz, Sarıgül, Kadriye, Nazife gibi dişli kadınların da sesleri duyuldu. Bina sustu, dinledi, yeniden uğuldandı. Az sonra binadan haberciler çıktı, minarelerden sedalar yükseldi, Çingene Aliş başta olmak üzere, davullu tellallar mahallelere girdi, halk hareketlendi. Müdafa-i Hukuk Cemiyeti, direniş hazırlıklarına başladı. Cemiyet, ilk olarak eli silah tutan herkesi Millet Bahçesi'nde topladı. Toplantıya Recep Emmi ile Dürdane de katıldı. Toplantı, askerlik yapmış gönüllülerden oluşan 200 kişilik bir müfrezenin kurulmasını sağladı. Yaşlı olduğu halde fazla ısrar ettiği için, müfrezeye Recep Emmi'yle, Çanakkale muharebelerinde sol kolunu kaybeden Pertev Ahmet'i de aldılar.

"Beni de yazın," diye bağırdı Dürdane; başlarını çevirip bakanlar, gülümseyenler, duymazlıktan gelenler, "Helal Olsun," diye iç geçirenler oldu. Yazmadılar.

Tüm bunlar olurken Fransız işgal kuvvetleri, Baba Burnu'na 300 kadar senegalli yaya bölüğü ile üç ağır makineli ve iki top çıkartarak Fransız bandırası diktiler. Amiral, şehrin direnmeye hazırlandığını haber aldığı için, muhtemel direnme noktalarını top atışlarıyla dövme emrini verdi. Şehrin belirli noktalarına, taciz ve korkutma babında top mermileri düşmeye başlayınca halk paniğe kapıldı. Şehri terk edip köyleri ve ocaklara sığınma telaşesi egemen oldu her yere. Hükümet memurları, geceleyin Viran köyüne çekildi. Tüm kuvvetlerini toplayarak Kefken'den alelacele yetişen İpsiz Recep, Göztepe'den Gülüç Çayı'na kadar olan sahayı tuttu ve çetelerine ölünceye kadar direnmeye emretti. Muvazzaf askerliğini daha önce Yemen'de tabur başçavuşu olarak yapan, sonra kaçıp dağda çeteleşen Devrikli Muharrem de çetesiyle akşama doğru Ereğli'ye geldi; onu, yine çetesi ile Zonguldaklı Dursun Reis izledi.

Bunlar, Heraklea Tepesi, Kadıtarlası tepelerine mevzilendiler. Top atışlarına, patlamalara ve makineli tüfek takımlarına duygu kırılmaları ile katılan Dürdane, şehrin içinde kaçan kedileri köpekleri mırıldanarak izlemeye başladı.

"İtleri, pislikleri kaçırdı bu top atışları. Biri gelip tepeme düşmedi." Eğildi, hiçbir insanı, onların özünü ve biçimini yamultmadan kendi dünyasına katmayan hayatın yere düşürdüğü, kırılmış, paslı, balta demirini aldı. Kökü kömürde, sapsız bir baltaya dönüştüğünü aklından geçirince "Bir sapsız balta da benim," diye mırıldandı. "Sapsız balta batar ama ben batmam, suyun üstünde kalırım. Hadi, şimdi kimin gücü varsa top güllesini düşünürsün başıma." Yakında bir patlama oldu. Top güllesinin gelip başına şapka gibi oturduğunu, başının gülle içinde büyüdüğünü, gülleye sığdığını ama başına sığmadığını hissetti.

"Topu tüfeği, devletiyle gelmiş gavur," diye söylenirken yaşlı bir adam gelip geçti yani başından.

"O devletliyse ben de deliyim. Deli bir örümceğim, ama dağıtırsa, ben gene örerim."

Ayakları, soldaki evin bahçesine soktu onu. Kendi özüne kapanıp çanak yapraklarda renklenen ışık hüzmeleri, köksüz otlar, mavi kantaronlar, menekşeler , şakayıklar, mercankökler arasında, başını gergefinden ayırmayan, utangaç bir kız gibi gizli gizli gülümseyen çıplak ayaklarına baktı. İhtiyarın uzaklaşan sesine kulak verdi :

"Zengindir, topu tüfeği olmalıdır, dağıtır!"

"Boş ver!" diye mırıldandı. " İki biti bir okka gelse ne işe yarar ki; yedirmemiş, yemiş, götü gürültüsü büyümüş. Gelir, eser gürler, sonunda olan olur, dört yanı derya kesilir, mahşer tilkisi gibi kalır ortada"

Kıyıya yaklaşan bir Fransız gambotu, karaya asker çıkardı, diğer gemilerin topçu ateşi desteği ile şehri işgale başladı birlikler. İlk gün, İpsiz Recep'e bağlı çetelerin karşı ateşinin dışında, ciddi bir direnişle karşılaşmadan Fransız birlikleri, Kandilli yoluna kadar işgal ederek üç kilometrelik bir alanı tel örgü ile çevirdiler. Dürdane, tel örgülerinin dışında kaldı. Fransız birliklerini görünce kıyamet gününün yaklaştığı sonucuna varıldı. Şehir, insansızlaşmıştı. Karanlık çöktüğünde, çıplak ayaklarını bir su kuyusunun başında yıkadı, sessizden bir ağıt tutturarak evine gitti yorgun argın. 
Fransızlar, ertesi gün topçu desteğiyle üç koldan harekete geçtiler. Bir kol, Keştepe ve Kestanelik sırtlarını, bir kol hastane üzerinden şehrin kritik noktalarını, bir diğer kol ise Gavurman'ı hedef aldı. Fransızların, Rum Mahallesi olduğu için Gavurman'a girişleri herhangi bir direnişle karşılamadı. Askerler, Rumların sevinç gösterisiyle karşılaşınca şaşırdılar. O sırada, Dürdane de Gavurman'daydı. Sevinç gösterilerinin kıyısında, yıkıntı bir süratle mırıldanıp duruyordu. Keştepe ve Kestanelike doğru ilerleyen Fransızlar, burada çeteler başta olmak üzere, Kuvayi Milliye'nin direnişiyle karşılaştılar. Bizanslılardan kalma kale kalıntılarının bulunduğu Heraklea Tepesi çevresinde çatışmalar oldu. Tepeye, 32 kişilik çetesi ile mavzilenen Devrekli Muharrem, Fransız ilerleyişini kayıplar verdirerek yoğun ateşte durdurmayı başardı. Karanlık çöktüğünde Fransızlar, Muharrem'in ve İpsiz Recep'in güçlerini püskürtememiş, otuz iki ölü ve onlarca yaralı vermiş, beklemedikleri bir direnişin şokuyla, bir gün önce çevredekileri tel örgülerin arkasına çekilmek zorunda kalmışlardı. 
Gece, direnişçilerin, yaralarını iç mıntıkalarımdaki köylere göndermeleri ve ölülerini gömmeleriyle geçti iç mıntıkadaki. Bütün gün, olağanüstü bir enerji ile bağıra bağıra gezen Dürdane, bulduğu bir ölünün başucunda, dirilip direnişe katılacağı umuduyla, sabaha kadar sessizce bekledi. Geceleyin gelen takviye gemilerinin de desteğiyle Fransızlar sabahleyin Ereğli'yi top ateşiyle dövmeye başladılar. Kuvayi Milliye'den iki kişi, ölüyü alıp gitti herhalde, Dürdane oturduğu yerden kalkamadı. Geceleyin ölüyü sorarak bekleyen kadın, top atışları ve mitralyöz takırtılarıyla birlikte konuşmaya başladı yeniden: 
"Kim kimdir, kim hangi yanın içindedir? Hangi yan kimin içindedir? İnsan bu ölümü nerede buldu? Bu ölüm, insanı nerede buldu? Niye öldü, niye öldürüldü? Ölüm niye çoğaldı?" Durdu, sağ ayağını birkaç kez yere vurdu. " Kazmacılar yeraltından niye çıkmadı? Kömür niye yanmadı? Kömüre ölüm hırkasını kim giydirdi? Top gümledi, korku yer altına indi?" 
Denize verdi dikkatini. Denizden gelen, toplu tüfekli ölümün, ilkin Ereğli'ye, sonra da gelip kendi içine yerleştiğini düşünerek ürperdi. Yarın açık bir pencere Laz Emin'in adı ulaştı kulağına. 
"Cemal, ölümden kaçtı da Laz Emin'in çetesine niye katıldı?" diye mırıldanarak yürüdü yeniden. Ermeniler Zonguldak'ı çok sevdi, Zonguldak'tan kaçtı. Herkes askere gitti, herkes askerden kaçtı. Vay vay vay! Vay başımıza gelenler vay! Vay Recep'im vay! Borçlandın. Bir yolunu bulup Kumru'yu öldürmem lazım; öldürmezsen Recep'le evlenir o kahpe." 
Dürdane, patlama ve tüfek takırtılarının yarattığı gulgulede ayağa kalkıp, konuşa konuşa Kumru'ya giderken direnişçiler de yoğun ateş karşısında, daha fazla kayıp vermemek için, iç mevzilere doğru çekiyorlardı. 
Ereğli halkı, işgalcilerle cebelleşirken Kürt Ali Çetesi İtalyanlara karşı pusu kuruyor, Laz Emin'in elli iki kişilik çetesi ise Zonguldak'ta, Fransız birliklerine karşı geceleyin taciz baskınları düzenliyordu. Çete, en son baskında, bir Fransız askerini kaçırdı. Ormana götürdükleri askerle dil meselesinden dolayı konuşamadıkları için uzun uzun bakıştılar. Senegalli Müslüman askerin, birkaç dua okuması ve sık sık "Allah" sözcüğünün telaffuz etmesi, Laz Emin'in ve çete mensuplarının hoşuna gitti. Askere sigara, kömeç ve su verdiler. Askerle konuşamamanın sıkıntısını çeken Laz Emin, birkaç dua okumak zorunda kaldı. Ellerini havaya kaldıran asker, dualara dualarla cevap verdi hemen. Laz Emin, elini askere doğru uzattı, sıcak bir tokalaşmayla birlikte, askerin yanaklarından öptü. 
"Ha uşak," dedi Laz Emin Kemaliye bakarak, "Uzun Ali ile beraber bu askeri al götür, kaçırdığımız yerin yakınlarında serbest bırak. Ben ömrümde hiç bu kadar insafımın yesiri olmamıştım. Çocukluğumda bir çoban kuşunun yavrusunu, yuvasından çalmış, yavru öldüğü zamanda günlerce ağlamıştım. Her neyse… Tüfeğine ve mühimmatın el koyduğumuzu ama canını başladığımızı, gitsin arkadaşların anlatsın. Biz canavar değiliz, insanız."
Cemal, Uzun Ali’yle birlikte askeri alıp karanlığa karıştı. Çete, geceye tüfek çattı, ormanı büyük bir ateşle aydınlattı. Gökkubbe büyüdü, karanlık kendi gücüne kavuştu. Neferler, Ereğli halkının Fransız işgal kuvvetlerine karşı gösterdiği direnişi konuşmaya başladı. Memleket zor günleri yaşıyordu. Gökyüzünde kum gibi yıldız kaynıyordu. Yunan Ordusu’nun Bursa üzerinden doğuya doğru giriştiği ileri harekat devam ediyordu. Havzanın üstünde iki güç karşı karşıya gelmek üzereydi. Bir yanda Fransız kıtaları, makineli tüfekler, dağ topları ve kıyıda bekleyen gambotlar, diğer yanda ise Müdafa-i Hukuk Cemiyetleri, Kuvayı Milliye güçleri. Havzanın altında çalışan beş bin kişi, havzanın üstünde cereyan eden olayları konuşuyordu. Zonguldak’ın içini tamamen denetim altına alan Fransız kıtaları, işgal alanını genişletmek için keşif harekatını yoğunlaştırmıştı. 2 Ağustos günü on kişilik bir Fransız süvari müfrezesi, Çaycuma’ya yedi kilometre sokularak keşifte bulunmuştu. Aynı gün bir başka Fransız Müfrezesi, ziyaret etmek bahanesiyle Bartın Boğazı ile Amasra Limanında keşif hareketi yapmıştı.
Fransızlarla Zonguldak’ta çatışmamaya özen gösteren Zonguldak Kuvayı Milliyesi’nin Komutanı Yüzbaşı Cevat Rıfat, Ankara’nın ‘Fransızları işgal ettikleri yerde tutun, genişlemeye kalkarlarsa karşı koyun’ isteğini göz önünde bulundurarak Laz Emin’e, baskınları durdurma haberini gönderdi. Kendisi de Fransız birlikleri içinde yer alan Tunuslu ve Cezayirli Müslüman askerlere hitaben içinde Kuran-ı Kerim’den bir ayetin de bulunduğu, ‘Aziz Din Kardeşlerimiz’ diye başlayan ve ‘Karşınızdaki Müslüman askerlerin kumandanı Esseyit Ahmet Cevat Rıfat’ imzasıyla noktalanan bir bildiri hazırladı. Bildirilerin çoğaltılıp karşı tarafa atılması emrini verdi. Bir müddet sonra Müftü Nusret Efendi ve karargah arkadaşlarıyla atlara binip, hızla ileri mevzilere gitti. Hava hafif rüzgarlıydı. Fransız müfrezesinin en önde dalgalanan bayraklarıyla ağır ağır ilerlediğini görür görmez, atlarından inip sancağı yüksekçe bir yere diktiler ve mevzilendiler. Üzerinde sırma ile işlenmiş Kelime-i Tevhid bulunan Gerede işi büyük sancak rüzgarda dalgalanmaya başladı. Cevat Bey’le Müftü Efendi ayaktaydılar. Fransız Müfrezesi 200 metre yaklaştığında tam siper yattı. Bildirileri daha önce okuyan Müslüman askerler, Sancak-ı Şerif’i görünce tek bir ağızdan:
‘Allahüekber Allahüekber, la ilahe illalahüekber Allahüekber velillahil hald’ diye tekbir getirdiler. Kuvayı Milliye güçleri önce şaşırdılar, sonra ayağa kalkarak tedbire tekbirle karşılık verdiler. Fransız mevzilerindeki Müslüman askerler de ayağa kalktılar. Mavi atlas cübbeli, beyaz sarıklı Müftü Efendi, ellerini gökkubbeye doğru kaldırarak tekbir sedasıyla Fransız mevzilerine doğru yürümeye başladı. Mevzilerinden çıkan neferler müftüyü izleyince Fransız mevzisini korkuyla karışık bir heyecan dalgası sardı, kırmızı fesli Müslüman Fransız askerleri, subaylarının ikazlarına rağmen, topluca doğrulup Müftü’ye doğru yürüdüler. Yaklaşan her Müslüman asker, eğilip Müftü’nün elini öpüyor ve yanındaki Kuvayı Milliye neferine sarılıyordu. Yattığı siperden başını kaldıran Fransız subayı ağlayanları, fesi düşenleri, diz çöküp ellerini havaya açarak dua okuyanları şaşkınlıkla seyre koyulmuştu. Ereğli’deki direnişten sonra, Müslüman askerlerin tavırlarında gözle görülür bir itaatsizlik eğiliminin ortaya çıktığını ve dikkatli olunmasını komutanlarından duyan subay, bu kucaklaşma atmosferinden kurtulmak için birliğini geri çekmeye karar verdi.
Çeteler başta olmak üzere, Zonguldak ve civarındaki Kuvayı Milliye güçlerinin baskısını hisseden Fransız güçleri, önce işgal bölgesini genişletme taktiğinden vazgeçtiler, sonra da işgal ettikleri bölgeleri terk ederek, Fener Mahallesinde üstlendiler. Bunun arkasından, Ankara Hükümeti ile yaptıkları antlaşma gereğince tüm güçlerini havzadan çektiler. Değişen durum üzerine İpsiz Recep, Laz Emin ve diğer çete reisleri, çeteleriyle birlikte, işgalcilerin destekledikleri muhtemel iç isyanları bastırmak ve Yunan Ordusu’yla  savaşan düzenli orduya katılmak için batıya kaydırıldı.