Yataktan kalktığında vakit neredeyse öğleyi bulmuştu. Akşam çok geç yatmıştı. Daha doğrusu gece yarısından sonra eve gelebilmişti.

Pencereyi açtı, Eylül’e girilmişti ama, hava hala sıcak sıcak esiyordu. Bütün deniz ayağının altındaydı. Zungur, mahallenin belki de kasabanın en güzel semtlerinden birisiydi. Ona göre dede yadigarı evleri de mahallenin en güzel yerindeydi. Baba burnundan, askeriye plajından, Gülüç ’teki Erdemir Plajı’na hele hele hava puslu olmazsa taa Alaplı’ya Akçakoca’ya kadar her yer çok net görünürdü.

Çingene ufaktan kendini göstermişti. Hem Baba’nın hemde Çamur ’un üzerinde birkaç sandal palamut’a geziyordu.

Sanat okulunun torna tesviye bölümünden mezun olunca çok uzatmadan askerliğini yapıp gelmişti, Hemen fabrikada işe başlamıştı.

Hep bu dönemlerde yıllık izne ayrılıyordu. Çünkü Ağustos’un sonuna doğru hem kara’ da hem de deniz ’de av sezonu başlardı. Tüm mahalle arkadaşları gibi o da çocukluğundan beri ava çok meraklıydı. İznini o zamana denk getirirdi.

Canı bir şey yemek istemedi, evin kapısından çıkarken Mıslıcılar’ın camisinden öğle ezanı okunmaya başlamıştı. Anası her zamanki gibi kapının önündeki tahta peyke ’ye oturmuş komşularla sohbet ediyordu. Her gün sabahtan akşama kadar ,ne bulup ne konuşurlardı merak etti.

Kayabaşı altına geldiğinde, sigara almak için Hasan Soyer’in büyük oğlu “Deli Yücel” in bakkalına doğru yürüdü.

Yücel’de ava çok meraklıydı.

Uzaktan bunu görür görmez “bu sabah ne yaptın bakam, para bubası bıldırcını et etmiş, yarın sabah beraber gidecez”dedi. Konuşmasına fırsat vermeden,” bide izne çıktın, adam gitmez mi, para bubası, mezarlığın altında vurmuş hepsini, Kahyaoğlu’nun bahçesinde sarı kuş ’ta görmüş ama kuşa yanaşamamış uzak kalkmış, yarın sabah beraber gideyoz” diye tekrarladı. Kestaneci köyünden bahsediyordu.

Av zamanında kestaneci köyü, kemer arkası, pences altları, çeştepesi, hatta meydan başının alt taraflarında fabrika sınırına kadar olan çayırlarda dahi bıldırcın avı yaparlardı. Hele Kestaneci köyünün her tarafı onlar için av alanıydı. Köy çok ağaçlıktı, fazla ev’ de yoktu.

Berber Etal’in dükkanının köşesinden iskele cemisine doğru döndü, fişek almak için, Tozak Mustafa’nın dükkanına girecekti ki, Berber Vicdan sol elinin baş, işaret ve orta parmak uçlarının marifetiyle tuttuğu usturasının tersiyle, avuç içine koyduğu köpüklü sakalları sıyırmış, onları gazeteden özenle kestiği kâğıt parçasına siliyordu, bunu görür görmez,” Bu sabah sen ne yaptın bakalım, millet akşamlık yiyeceğini almış” dedi.

Onun yerine Tozak Mustafa hemen cevabı verdi “o zaten izinde, illaki bir şeyler yapmıştır”

Tozak Mustafa ile Berber Vicdan kapı komşusuydu. Dikmen sinemasına çıkan sokağın köşe başındaki karşılıklı iki dükkân bunlarındı. Tozak Mustafa Kestaneci köyünden’ di. Kasabanın av malzemeleri satan iki dükkanından birisi onundu. Berber Vicdan’la nedense ezelden beri “sözde” dargınlardı, karşılıklı konuşmazlardı, ancak şimdi olduğu gibi sürekli birisinin üzerinden laflarlardı.

“Ben bu sabah gitmedim “dedi.

Aynı anda Muhtar Remzi’nin küçük oğlu ’da gelip, Berber Vicdan’ın kapısının önündeki tahta tabure ’ye oturmuştu. İkiside tam uykularını alamamışlardı, arada bir esniyorlardı.

Tozak Mustafa ”la oluum siz feneri nerde söndürdünüz, bunla hala uyuyo be” diyerek merakını belli etti.

Muhtarın Oğlu Seçkin kısık bir sesle cevapladı” ya biyere takıldık, işte, eve geç gittik”

Berber Vicdan hemen atladı” anladın anladım çaktım ben bunları, hallerinden belli değil mi, bunlar geç vakte kadar seansa takılmışlar”

İkiside mahalleden hem komşu, hemde çocukluk arkadaşıydı, sözleşmiş gibi işaret parmaklarını dudaklarına götürüp “sessiz olun” işareti yaptı.

Tozak Mustafa amacına ulaşmıştı, kısık bir sesle “bu sefer ne anlattı, Allah aşkına ne anlattı ha, ne anlattı” diye merakla sordu.

Berber Vicdan “Solucan ’da macera biter mi, bu sefer ne yapmış “diye ekledi.

Hayal dünyası kelimelere sığmazdı. Genellikle gecenin geç vakti, güvendiği üç beş kişinin yanında anlatırdı maceralarını, tanımadığı kimse varsa konuşmazdı, gülerlerse konuşmasını keser, çeker giderdi. Onu havaya sokabilecek ortam çok önemliydi. İllaki güveneceği kimseler olmalıydı. Güvendiği kişilerin başında Muhtar Remzinin küçük oğlu bir numaraydı.

Solucan Erdoğan yine bir uçak seyahatindeymiş. Hava çok kötüymüş “o biçim” şimşekler çakıyormuş. Yolcular dua etmeye başlamışlar.

Pilot Erdoğan’ı iyi tanıdığından onun yanına gelmiş “kardeşim havayı görüyorsun, sakın uyuma sana ihtiyacımız olabilir” demiş, Erdoğan’da “merak etme bilader, biz alışkınız, sen işine bak yaaa, korkma sen devam et “demiş.

Uçağa bir iki şimşek çarpmış ama pek zarar vermemiş. Fakat o son çarpan var ya, namussuz çok kuvvetliymiş, kanatın birini neredeyse tamamen yırtmış, uçak yana yatmış bereket Erdoğan o tarafta oturuyormuş. Uçakta bağırma, çağırma, ağlama, besmele kıyamet kopuyormuş. Erdoğan son anda sağ koluyla uçağın yırtılan kanadını zar zor tutabilmiş. Biraz canı yanmış ama kanadı gövdeyle birleştirmiş, uçakta bulunan “sabi’leri” düşünmüş.

Herkes nefesini tutmuşken, kahveci Memet kısık sesle “o nasıl bi sağ kolmuş be” demesin mi.

Solucan Erdoğan biraz soluklanmış, oradakilerin yüzüne tek tek bakmış, kimsede cıvıtma olmamış, uzun bir sessizlikten sonra “Cenabı Allah işte, o anda bir kuvvet verdi” demiş.

Sinemacı “Deli Yücel” konuşmaları yarım yamalak duymuştu,” yakında feza’ ya da gider o feza’ ya “diyerek aşağıya doğru yürüdü, camiyi döner dönmez bağırmaya başladı” Boysaan, dişçi Boysaan geleyom” İskele camiinin karşısındaki sıra dükkanların ikinci katında kasabanın diş tahsili yapmamış dişçisinin muayenehanesi vardı.

Berber Vicdan “ne tarafa gidiyosun, şu Toto’yu yatırıver, sen gelene kadar ben şunun ifadesini alıvereyim” diyerek, Muhtar Remzi’nin küçük oğlunu karşısına almış, tavlanın pullarını dizmeye başlamıştı bile.

Anası “evde gribin bitti, ayaklarıma o iyi geliyo, eve gelirken bi kutu alıver” demişti. Eee fişek de alacaktı, onun için “Tozak Mustafa” nın oraya gitmişti, lafa tutmuşlardı, onu da unutmuştu. İçinden Seçkin’e kızdı” gece yarısından sonra Kasap Mahirin evinin yanındaki duvarın üzerine oturup eski limana karşı “bir bira daha içmek” şart mıydı?

Atamer’in dükkanını geçmişti ki, aşçı Hasan’ın dükkanından gelen yemek kokusunu duyunca acıktığını anladı. Gören var mı diye dönüp arkasına baktı, gören olursa çok ayıp olacaktı “haber vermeden yemek yemeye gidiyor” diye düşünmelerinden korktu.

Şişko Temel ızgaraya köfte atıyordu. Bunu görünce hemen sordu. “Ne yaptın bu sabah”

“Abi kolay gelsin. Bana da atıver” dedi. Aşçı Hasan’ın oğlu oldukça şişmandı, ızgaranın da sıcağıyla boncuk boncuk terliyordu.

Şişko Temel” piyaz da verem mi piyaz” diye sordu.

Sonra yine tekrarladı “eee ne yaptın bu sabah”

Ben gitmedim dün gece biraz geç yattım da “dedi.

Şişko Temel” bu sabah evden erken çıktım, Sezgin’le beraber indik, Bağlık tarafından da üç beş tüfek sesi geldi, demek ki oraya ’da gelmiş” (Bıldırcından bahsediyordu) “Sezgin’de denize gitti, dün kemerli ‘ler ölüce ’de bir iki oynantı görmüşler ama, hava da çok sıcak bilader, bana kalırsa daha erken” dedi. Sezgin Lokantacı Musa’nın kardeşiydi balık tutmaya meraklıydı. Şişko Temel’in hısımıydı.

Çok geçmeden içeriye Fotoğrafçı İsmet girdi, karşısına oturdu. “Seninki berberi delirtiyo, iki mars yaptı, Vicdan küplere bindi” diyerek, oyundan dakika ve skor verdi.

Fotoğrafçı İsmet kasabanın çocuğuydu, Berber Vicdanın üç dört dükkân üst tarafında dükkânı vardı. Şişko Temel “onu şimdi yemliyodur, o ne hınzırdır o” dedi. “Yok abi yaa, Seçkin onu tanımaz mı? tuzağa düşmez o “diye cevap verdi. Yemeğini yedi parasını ödedi çıktı.

Berber Vicdan iyi tavlacıydı, bir iddia yoksa önce bilerek yenilir, ikinci oyunda ısrar eder “eee, bunun bi adını koyalım bakalım” der hiç olmazsa bir şişe birasına razı ederdi.

İki adım ötede ki,” Süheyla Hanımın” eczanesinden grıpin’i aldı. Bugün de her şeyi unutuyordu, dün gece o kadar geç vakte kalmayacaklardı ya. 

Hiç olmazsa aklındayken” Gütte Paşa’nın “dükkânına uğrayıp, misineyle oltaları alayım bari” dedi. Dükkân adeta “bin bir çeşit dükkanıydı”, her şey bulunurdu. “Kasabalı olup ’ta bu dükkândan alışveriş yapmayan kimse kalmamıştır “diye düşündü. Birisi bir şeyi arayıp ta bulamadığın daGütte Paşaya baktın mı derlerdi.

Yemeniciler çarşısından geçip, hamam arasına doğru giderken buraların eski hali aklına geldi. Balık biraz bollaşınca akşama doğru dükkanların önünde mangallar yakılır, her yeri duman basardı. Eee haliyle de dükkânların iç tarafında bir iki kadeh de bir şeyler atılırdı.

Berber Vicdanın toto kuponu ’nu yatırırken, Muhtar Remzi’nin dükkânının önünden sesler geliyordu. Birileri gülüyor, birisi de arada bir homurdanıyordu.

Bakkal Sarı Hasan’la Muhtar Remzi’nin tavla saati gelmişti. Muhtar Remzi homur homur homurdanıyordu,” Pul çalıyon, yanlış oynuyon, kör müyüm ben, beni görmüyo mu sanıyon” diyerek sürekli söyleniyordu.

Sarı Hasan hiç oralı değildi, o da sürekli” ne diyo ne diyo, benim üçün iyi oynuyo mu diyo” diyerek, muhtarı daha da çok kızdırıyordu.

Kasabalının o günlerde hali vakti, keyfi yerindeydi.

Sohbetlerde “geçim derdi” kelimesinin ne yeri vardı nede bir anlam ifade ediyordu.

Palamut tane ile değil çift çift satılırdı, Kalkan, Lüfer, Uskumru, Kiraz Balığı, Zargana, iri iri Mezgitler sıklıkla ve rahatlıkla kasabalının sofrasına gelirdi. Kar yağmadan hamsi yenilmezdi, İstavritin adı kedi balığıydı.

Hele çilek denilince şimdinin elma kadar büyük, bıçakla kesilerek yenilen, dolaplarda bozulmadan bir ay kadar kalan, çeşitli isimlerdeki sözüm ona çileklerin, gün gelecek bu memlekette de yenileceğini, kimse aklının ucundan dahi geçiremezdi.

Kasabalı çileğin çıktığını, tıngıl’daki görüntüsünden önce, pazar köprüsüne yaklaştığında, millet bahçesi tarafından gelen buram buram kokusundan anlardı. Yine bu çileğin, aynı gün bilemedin bir gün sonra reçeli yapılmaz, ya da akşamına sofraya gelip yenilmezse, yarına illaki çürüyeceğini de çok çok iyi bilirdi.