Soysal’ı en çok ilgilendiren konular Kıbrıs ve genç Cumhuriyetin değerlerinin satılmasıydı. O satışları engellemek için, kararları Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı.

Aşağı yukarı on yıl oluyor; Köyceğiz’de, çiçek kokuları içinde bir nisan günüydü en son görüştüğümüz; üç dört saat birlikte olduk; Mümtaz Soysal, ben, eşim Özden. Göle çok yakın bir otel bahçesiydi oturduğumuz yer; ordan burdan konuştuk, bir şeyler atıştırdık, şarap içtik. Bir ara, yüzüne o çok yaraşan eski yara izine oldukça uzun bakmış olacağım ki, tam öyle değilse de, “Neyin izini sürüyorsun bu günlerde?” der gibi gülümsemiş, “Nasıl geçiyor zamanın, hep okumak, yazmak sıkmıyor mu?” diye sormuştu. Yanı başımdaki durgun göle bakıp, “İşte bu durgun göl gibiyim çok zaman” deyince ben, “Tabii, nerde yaşıyorsak öyle oluyoruz, oraya benziyoruz” demişti.

Şimdi o artık yazmıyor


12 Eylül sonrasının yorgun ve yaralı kenti Zonguldak, ikimizin de doğup büyüdüğü yer. Ömrünün son yıllarında, Zonguldak’ ın Acılık semtinde, arzuhalcilik yapan Nüfusçu Ahmet Efendi, Mümtaz Soysal’ın anne yönünden büyük babası, benim annemin sevgili dayısı. O gün, orda, kuş sesleriyle dolu bahçede, Zonguldak’ı da konuştuk zaman zaman. Kentin altı, bir buçuk milyar ton en nitelikli taşkömürüyle doluyken yaban ellerden parayla kömür aldığımızı konuştuk. Ama o günlerde, Mümtaz Soysal’ın Cumhuriyet gazetesinde çıkan, Zonguldak’la ilgili bir yazısında, yerel bir habere dayanarak anlattığı bir olayı, bazı sarhoş kişilerin, kırlık bir yerde, güzelim birkaç kuğuyu kesip yediklerini, artıklarını da ortalıkta bırakmalarındaki çirkinliği konuşmadık. Kim ne derse desin, mutluluğu yöneten pek çok şey var; susmak da bunlardan biri olmalı.

Fırtınanın geleceğini biliyordu


Kıbrıs konusu, onu en çok ilgilendiren konulardan biriydi. Öyle ki, bir ayağı Türkiye’ de bir ayağı Kıbrıs’ta gibiydi o günler. İkinci konu, özelleştirmelerdi.
Genç Cumhuriyet’in bin bir güçlükle oluşturduğu güzelliklerin yok değerine satılmasını engellemek için Kigem Vakfı’nın başına geçip elinden geleni yaptı, alınan kararları Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı bıkıp usanmadan, kamuoyunu uyandırmaya çalıştı; fırtınanın geleceğini biliyordu tabii. Ne çok yazı yazdı her iki konuda da, ne çok uğraştı. Hemen her yazısında, konunun bir yerinden ipucu verir gibi incecik girer, konuya okuyucuyu ısındırmak istercesine küçük dokundurmalarla yavaş yavaş ilerledikten sonra o can alıcı noktayı bulup onu didik didik eder, söyleyeceğini en yetkin biçimde söylerdi sonunda. 12 Mart’ın derin karanlığından Sevgi Soysal’ la el ele tutuşup çıktı; “Anayasanın Anlamı”’nı anlamayanlara en güzel dersi verdi. Sonra o ölümler geldi; en büyük hüznü Sevgi Soysal’ın ölümünde yaşadı belki de. Rüştü Onur’la Muzaffer Tayyip Uslu’nun okul arkadaşı, Zonguldak’ın ilk gazetecilerinden ağabeyi Muzaffer Soysal’ın ölümünü, daha sonra da Cumhuriyet’in ilk kadın profesörlerinden ablası Selma Soysal’ın ölümünü yorgun bir sesle kulaklara fısıldar gibi yazdı; aklımda hâlâ.
Zonguldak’a son gidişimde, yıllar önce, liseye (Mehmet Çelikel Lisesi) giderken geçtiğim o yollarda yürümek geldi içimden nedense. Ama Soğuksu’ya sarkan köprüyü geçip beş, altı yüz metre yürüdükten sonra caydım; yollar, sokaklar, ev önleri, kaldırımlar, yani çatıların dışında her yer araba doluydu. Bir an durup sağıma soluma iyice bakındığımda şaşırır gibi oldum; bulunduğum yerin tam karşısında, köşe başında, Mümtaz Soysal’ların iki katlı, tahtaları kararmış ahşap evleri vardı bir zamanlar, anımsadım. Yoktu ama şimdi o, çirkin bir yapı yükseliyordu yerinde. Şaşkın şaşkın bakarken ben öyle, yüzü kapkara bir sakal içinde erimiş gibi biri, “Kimi arıyon dayı?” diye seslendi karşı kaldırımdan. “Gençliğimi” dedim ve geri dönüp yürüdüm. “Güzel Huzursuzluk” tu sanki o an her şey, öyle geldi bana. İnce, yorgun bir yağmur başlamıştı. Şimdi o artık yazmıyor.

İrfan Yalçın

17 Kasım 2018 (Cumhuriyet)