*Berberin, bakkalın, nalburun, lokantacının, manavın, mobilyacının, pastane işletenin hatta kuru temizleyicilik yapan esnafın, işyeri levhasında artık bir de “sac ticareti “yazısı vardı. Fabrikanın ürettiği sac ’ın nasıl bir şey olduğunu, ne işe yaradığını bilmeyenler, mahallelerde el arabasıyla hurda toplayanlar bile sac tüccarı olmuşlardı.

* Fabrikadan yeni emekli olanı, sohbete başka bir yerden girdi” kardeşim siz fabrikanın o bölümünde çalışanları görmüyor musunuz, farkında değil misiniz, müdüründen memuruna, adamlar sanki başka bir fabrikada çalışıyorlar, yazlık kışlık evler, yeni yeni arabalar, bu sac işinin içi, dışı para basıyo be ” diye ortaya bir söz atıverdi.

70 li yılların ortalarıydı. İstanbul’da yüksek tahsilini yapıyordu. O zaman üniversiteler, genellikle kasım ayının ilk haftasında açılırlardı. Ülkenin nereye, hangi geleceğe doğru gittiği bilinmeyen, daha doğrusu bazı kişilerce çok da iyi bilinen oldukça sıkıntılı, karanlığı bol günlerdi. Ülkede adına sağ sol çatışması denilerek geçiştirilen olaylarda, her gün onlarca insan ölüyordu, öldürülüyordu.

Okulu açılmıştı. İstanbul’a gitmek için çarşıdaki terminalden Üstün Erçelik otobüsüne bindi. Yan koltukta kendisinden yaşça büyük iyi tanıştıkları kasabalı abisi vardı. Laflamaya başladılar.

Otobüs Çengel Burnunu ’nu Alaplı’yı geçip Kocaman’a yaklaşmıştı, sohbetlerine otobüsün şoförü Durmuş’ta katılıyordu.

Şoför Durmuş” bu ne böyle ya, nereye gidiyor bunlar” dedi.

Otobüsteki herkesin dikkatini, ardı ardına kasaba ’ya doğru gelen birbirinden lüks araçlar çekmişti.

Neden sonra arkalardan bir ses geldi,” fabrika yarın toplu satış yapacak, bu arabalar onun için geliyo…

Kimse pek bir şey anlamadı.

Fabrikada çalışmayan kasabalı, fabrikanın ne yaptığını ne ettiğini hiç merak etmezdi. Fabrikada çalışanlar da işine gider gelir, bunun dışında olan biten şeyler onu hiç ilgilendirmezdi.

Herkes muhabbetine geri döndü.

Fabrikanın açılışı çok olmamıştı. Elma tepe yerindeydi, fabrikanın arkasından geçerek denize dökülen ırmak ağzındaki “fabrikanın plajında” denize giriliyordu. Plajın giriş kapısındaki köprüde Bekçi Hıdır görev yapardı. Sinter bacasının filtresi yoktu, zaman zaman etrafa dayanılmaz pis bir koku ve duman yayardı.

O zamanlarda, kasabanın yerel yöneticileri ile fabrikayı yönetenler asgari müştereklerde çok kolay anlaşırlardı, kavga etmezlerdi. Hatta fabrika yöneticileri kasabanın ihtiyacı olan yerlere kendi imkanlarıyla beton altyapısında kullanılması için kamyonlarca cüruf gönderirler kasabanın yerel yönetimine destek verirlerdi.

Son zamanlarda kasabadaki bazı esnaflar işyeri isimlerinin yanına “sac ticareti” yazısı ilave etmeye başlamışlardı.

Berberin, bakkalın, nalburun, lokantacının, manavın, mobilyacının, pastane işletenin hatta kuru temizleyicilik yapan esnafın, işyeri levhasında artık bir de “sac ticareti “yazısı vardı. Fabrikanın ürettiği sac ’ın nasıl bir şey olduğunu, ne işe yaradığını bilmeyenler, mahallelerde el arabasıyla hurda toplayanlar bile sac tüccarı olmuşlardı.

Kasabanın fabrikası, zaman zaman sac tahsisi yaptığı “kasabanın sac tüccarlarına” şimdi de sinemasında oldukça yüklü miktarda, kura ile malzeme tahsisi yapacaktı. Bunu duyan kasaba dışındaki gerçek sac tüccarları ve bu malzemelerle imalat yapan firma yetkilileri, kasaba esnafına dağıtılacak bu malzemeleri belli bir prim karşılığında alabilmek için kasabaya akın ediyorlardı.

Çünkü kasabanın fabrikasının dağıtacağı bu malzemeler ithal edilen malzemelerden hem daha kaliteliydi, hemde oldukça ucuzdu.

Fabrika yönetimi o günkü satış politikaları gereği kasaba esnafının para kazanabilmesi için, kasabaya para girişine katkı sağlayabilmek amacıyla olsa gerek böyle uygulamalar yapardı.

Zamanın fabrika yöneticileri, öncelikle bu kasabada yaşadıklarını biliyorlardı. Kasabanın sosyal yaşamına, ekonomisine, refahına katkı vermelerinin bir vefa borcu olduğuna inanıyorlardı.

Fakat ne gariptir ki, bu durum nedense çarşının yerlisi esnafın veya yine kasabanın yerlisi parası pulu olan varlıklı tüccar kişilerin pek ilgisini çekmiyordu.

Hemen akıllara, kasabalının bu işleri yapacak parası yok mu? soruları geliyordu. Aslında bu ticareti yapmak için paraya pula ihtiyaç yoktu ki. Fabrikanın tahsis ettiği malzemeleri satın alacak, parasını fabrikaya ödeyecek, primini de verecek birileri hazırdı. Sistem böyle çalışıyordu. Adına “bülten” denilen malzeme tahsis kağıdını, belli bir kazançla (hemde iyi bir kazançla) alıcısına devretmek yeterliydi.

Öncelerde kasabada üç beş tane olan banka sayısı, fabrikanın açılmasıyla birlikte hızla çoğalmaya başlamıştı.

Yakın zamanda kasabada bankasını da açan, ülkenin ikinci büyük ailesine ait tekstil fabrikasının satış müdürü kasabaya gelmişti. Kasaba da güvenilir bir firmaya bayilik vermek istiyorlardı. Banka yetkilileri, satış müdürü ile birlikte tavsiye ettikleri kasabanın güvenilir vede yerlisi olan tüccarı ziyaret ettiler.

Çay kahve, hâl hatır faslını kısa tuttular, Satış müdürü firmasını tanıttı, satış şartlarını anlattı. Yapılacak yıllık cironun büyüklüğü oranında, kazançlarının da büyük olacağını söyledi. Cironun yüksekliğine göre, ödemelerde de önemli bir kolaylık sağlayabilecekti. “Paran varsa iyi kazanırsın “demeye getiriyordu.

Kasabanın yerlisi, güvenilir tüccar, satış müdürüne çekingen bir tavırla, en yüksek cironun ne olabileceğini sordu, satış müdürü soruya pek bir anlam veremedi ama, kafasında bir hesaplama yaptı, günün şartlarına göre oldukça yüksek bir rakam söyledi.

Satış müdürü, kasabalının bu ciroyu yapamayacağından oldukça emin, gülümser bir edayla “bu ciroyu yaparsanız ek bir prim ve ödeme vadelerinde de biraz daha fazla kolaylık sağlayabilirim” diyerek son hamlesini yaptı.

Bir müddet sessizlik oldu, kasabalı tüccar kendisinden yaşça çok küçük olan satış müdürüne döndü, tane tane kısık bir sesle “abi, söylediğin en yüksek cironun ödemesini şimdi nakit, hemen burda versem, malı da siz istediğiniz zaman gönderseniz son teklifiniz ne olur” dedi.

Kasabalı hamleye “şah mat” diyerek cevap vermişti.

Bu seferki sessizlik oldukça uzun sürdü. Satış müdürü biraz terlemişti, şaşkındı kendini topladı” ben böyle bir teklife cevap verebilecek yetkiye sahip değilim” diyebildi.

Üniversitede okurken arkadaş olmuşlardı, arkadaşı hem okumuş hem çalışmıştı. Sonralarda ülkenin en büyük ikinci bankasının Batı Karedeniz bölgesinde görev yapan müfettiş yardımcılarından birisi olmuştu, teftiş yapmak için kasabaya gelmişti. Kasabaya ilk kez geliyordu. Mesai bitiminden sonra uzun süren akşam yemeklerinde eski günleri yad ediyorlardı.

Bir akşam yemek yerken, müfettiş yardımcısı, ya bilader bu kasabanın yerlisi bir ailenin bankadaki nakit mevduatına, Batı Karadeniz bölgesindeki hiçbir şubede rastlamadım, o nasıl bir para yahu, merak ettim araştırdım  fabrikadan ne kadar mal alıp satıyorlar diye baktım bunların fabrika ile hiçbir ticareti yok bir de olsaydı ne olurdu ,diye düşünmedim de değil, ya bu para bankada öylece duruyor “bunlar neden burunlarının dibindeki fabrikayı görmüyorlar, isteseler tüm üretilen malları kapatırlar”

Sözü bitmemişti, şaşkınlıkla devam etti” anlaşılır gibi değil yaaa...

Benim gördüğüm kadarıyla sac işini yapan kişiler, sonradan kasabaya yerleşenler, içlerinde nerdeyse hiç kasabalı yok, bu nasıl bir şey, kasabalıda parada çok, nedense kasabadaki sermaye sahipleri kasabalarında böyle bir fabrikanın olduğundan habersiz”

Kasabalı da zaman zaman aile toplantılarında, arkadaş sohbetlerinde bunun muhabbetini yapardı.

Kasabanın ciddi miktarda sermayeye sahip aileleri, kişileri, neden fabrikanın bu nimetlerinden faydalanmıyordu?

Kasabada böyle bir fabrika, böyle bir fırsat varken, neden bu insanlar daha fazla para kazanmayı düşünmezler, neden kasabalarına yeni yeni işyerleri kazandırıp, kasabalıya yeni iş imkanları yaratmazlardı?

Bu ailelerin, yeni nesil bireyleri, iyi eğitim almış gençleri ya kasabadan kopup gidiyorlardı , ya da kasabada kalıp, aynı işleri aynı anlayışlarla devam ettiriyorlardı.

Varlıklı bir ailenin son nesil ferdiydi. Yıllar çabuk geçiyordu, babası dedesinden kendisi de babasından işi devralmıştı. Ezelden beri dedesi, babası işyerlerinde bir şeyler alıp çift kefeli terazide tartıp satarlardı. İşleri devam ettirme sırası kendine geldiğinde işyerinde yaptığı en büyük değişim, çift kefeli teraziyi elektronik teraziyle değiştirmesi olmuştu!

Dedesi de ve babası da kumaşı tahta metreyle ölçerek satıyorlardı. Sıra üçüncü nesil olarak kendisine geldiğinde işyerinde büyük bir fark yaratmıştı! vitrine birkaç konfeksiyon ürünü koymuştu. Dededen kalan tahta metreyi bile yenilemişti!

Ekmek parası için kasabaya dışarıdan gelerek bakkallık, hurda toplayıcılık, kuru temizlikçilik yapan esnaflarda olan ticari cesaret ve özgüven sermaye sahibi kasabalıda yoktu.

1960 lı yıllardan itibaren başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesine işçiler gitmişti. Öncelikle ve özellikle maden ocaklarında çalışacak işçiler talep edilmişti.

Kasabadan ve yalı köylerinden ilk giden birinci nesil aile bireyleri tüm birikimlerini ülkelerine getirirler, kendi kasabalarında köylerinde değerlendirirlerdi. Çok tutucu ve çok tutumluydular. Ülkelerine kasabalarına köylerine gönülden bağlıydılar.

Bu gurbetçilerin en güvendiği kişiler, kasabanın yerlisi sermaye sahibi ailelerin fertleriydi. Köylerinde harcamalarını, yatırımlarını yapıp gurbete dönüş vakti geldiğinde kalan paralarını bankaya değil bu kişilere emanet ederlerdi.

Aslında kasabanın bu tutucu ve içine kapalı sermaye sahipleri sac ticareti yapmak isteyen kasabalıya da pek iyi gözle bakmazdı.

Kasabada doğmamıştı ama, birçok kasabalıdan çok daha fazla kasaba sevdalısıydı. Lisesinde okumuştu. Kasabalı tarafından parti ilçe başkanlığı, spor kulübü başkanlığı görevlerine getirilmişti. Herkesin takdirini ve sevgisini kazanmış, kasabanın kıymetli bir evladı olmuştu. Abisinin kuyumcu dükkânı vardı. Ufak tefek alım satım işinin yanında, çok güzel tasarımlar yaparlardı. İşi iyice öğrenmişti. Yaptığı tasarımlar kasabalı tarafından hemen tanınırdı, onun elinden çıktığı fark edilirdi.

Çevresi oldukça genişti, sağlam kalıcı dostluklar kurardı.

Kasaba dışından sanayici bir dostu, fabrikadan aldığı malzemelerin Ege bölgesindeki fabrikasına taşınması işlerini yapmasını istemiş, o da kabul etmişti. Sermaye gerektiren bir iş değildi.

Zaman içerisinde ufaktan sac ticareti işine de girmişti, geçimini sağlayacak kadar para kazanmak ona yetiyordu. Küçük kiralık işyerini bir ticarethaneden çok, dostlarıyla sohbet etmek için kullanıyordu.

Fabrikanın satış politikaları değişmeye başlamıştı. O eski zamanlardaki, herkesin esas işinin yanında ek iş olarak yapıp, hatırı sayılır bir gelir elde ettiği, tahsis bültenini devredip para kazanma dönemleri geride kalıyordu. Parası olanın, para kazanacağı hatta çok para kazanacağı, ortama doğru gidiliyordu.

Havanın saat beşte karardığı kış günlerinden birinde, işyerindeki sohbet, kasabadaki sermaye sahiplerinin nedense, fabrika ile yapmadıkları ticaret’e gelmişti.

İşyerinin müdavimlerinden olan halen de fabrikada çalışan arkadaşlarından biri “Bu günler paranın, para kazandığı günler, paranı fabrikaya yatır, istediğin malı al, çek depoya depocu da kazansın, kamyoncu da kazansın, sonrasında elini öpene istediğin fiyattan ver” dedi.

Fabrikadan yeni emekli olanı, sohbete başka bir yerden girdi” kardeşim siz fabrikanın o bölümünde çalışanları görmüyor musunuz, farkında değil misiniz, müdüründen memuruna, adamlar sanki başka bir fabrikada çalışıyorlar, yazlık kışlık evler, yeni yeni arabalar, bu sac işinin içi, dışı para basıyo be ” diye ortaya bir söz atıverdi.

Diğeri sözüne devam etti ”düşünsenize bizim para babaları az biraz sermayelerini birleştirseler, bir fabrika daha yaparlar, hiçbir genç dışarıda iş aramaz” dedi.

İşyeri sahibi uzun zamandır sessizdi “beyler buyurun son yudumlarımızı alalım çaylarımızı bitirelim, saat yediye geliyor, zaman eve gitme zamanıdır ”dedi.

Ayağa kalktı

Bir araya gelsinler mi dediniz?

Siz hiç bunları yanyana, samimi, içten muhabbet ederken gördünüz mü?

Aile içerisinde, kardeşler bile yıllardır konuşmazlar, dargındırlar. Birbirlerine selamı bile kerhen verirler.

Bunların yüzü bile gülmez, dolu dolu kahkaha atanına bile rastlayamazsınız, değişik bir tayfadır bunlar değişik “dedi.

Kasabalıya göre,

Kasabanın sermayesi, fabrikayla olan sınavında defalarca sınıfta kalmıştı.