TMMOB İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Kdz. Ereğli  Temsilciliği Temsilci Yardımcısı İbrahim Şener tarafından gönderilen yazılı açıklamada, 17 Ağustos 1999 yılında yaşanan deprem hatırlatılarak    “Depremle birlikte ortaya çıkan can ve mal kayıplarını “kadere” bağlamak, her afetten sonra günü kurtarma anlayışı ile yapılan açıklama ve çalışmalar deprem gerçeğini anlamamanın ötesinde insan hayatı ile kumar oynamanın örnekleri olarak değerlendirilmelidir.” Denildi.

Şener’in gönderdiği İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi’nin hazırladığı ortak basın metni şöyle:

17 Ağustos 1999’da yaşanan ve binlerce insanımızın ölümü ve yaralanması ile sonuçlanan, Ülke tarihimizin en büyük ve sonuçları itibariyle en acı depremlerinden biri olan Gölcük merkezli Doğu Marmara Depremi’nin üzerinden 18 yıl geçti.


“UNUTULACAK UNUTTURULACAK”

Bu yıl da, mesleki bilgimizin bizlere yüklediği kamusal ve toplumsal sorumluluğumuz ve vicdanımızla 17 Ağustos Depremi’nin yıldönümü nedeniyle bir kez daha deprem gerçeğini halkımıza ve özellikle karar verici ilgililere hatırlatacağız. Ancak biliyoruz ki, topraklarımızın büyük bir kısmının deprem tehlikesi altında bulunduğu kısa bir süre sonra unutulacak, unutturulacak. Deprem toplanma bölgeleri imara, üzerinde yapı bile bulunmayan alanlar “afet riski” altında alan olarak ilan edilerek yapılaşmaya açılmaya devam edilecek. Oysa Çanakkale, Manisa,  Adıyaman ve İzmir ilimiz, son olarak da Muğla ilimiz ve ilçeleri yakın zamanda deprem gerçeğini yaşayarak gördü.

Evet, deprem ülkemizin bir gerçeğidir. % 66’sı birinci ve ikinci derece olmak üzere ülke topraklarımızın % 92’si, ülke nüfusumuzun % 70’i, büyük sanayi tesislerimizin % 75’i deprem tehlikesi altındadır.


SÜREKLİ DEPREM TEHLİKESİ

Ülkemiz topraklarında 1900’lü yılların başından günümüze kadar otuza yakın büyük ölçekli deprem meydana gelmiş ve resmi kayıtlara göre 100 binden fazla insan hayatını kaybetmiş, 100 binlerce insanımız yaralanmış, 100 binlerce yapı yerle bir olmuş veya kullanılmaz duruma gelmiştir.

1939 Erzincan, 1966 Varto, 1967 Adapazarı, 1971 Bingöl, 1983 Erzurum Ilıca, 1992 Erzincan, 1995 Dinar, 1998 Adana, 1999 Gölcük (Doğu Marmara) ve Düzce, 2003 Bingöl, 2011 Van depremleri ve yine 2017 yılında yaşamış olduğumuz Çanakkale, Manisa, Adıyaman, İzmir ve Bodrumda meydana gelen depremler ülke topraklarımızın sürekli deprem tehlikesi altında bulunduğunu ortaya koymaktadır.


“250 YILLIK PERİYODA ULAŞILDI”

Dünyanın en tehlikeli fay hatlarından biri olarak kabul edilen Kuzey Anadolu fay hattı Ülkemizde, Bingöl ilimizin Karlıova ilçesinden başlayıp Marmara Denizi’ne uzanmakta, oradan da Yunanistan’a geçmektedir. Bu fayın herhangi bir yerinde oluşan deprem, başka bir yeri, yeni bir depremle karşı karşıya bırakmaktadır. Bu nedenle 17 Ağustos Gölcük merkezli deprem, İstanbul’u deprem tehlikesi ile karşı karşıya bırakmıştır. Kuzey Anadolu fay hattının ürettiği tarihsel depremlere baktığımızda, yaklaşık 250 yıllık dönemlere denk gelen ve büyüklüğü 7 ve üzeri büyüklükte olan depremlerin olduğu görülmektedir.1766 Depremini dikkate aldığımızda 250 yıllık periyoda ulaşıldığı anlaşılmaktadır. Yine İstanbul’un yaşadığı ve küçük kıyamet olarak bilinen 1509 yılı depremi ile 1766 yılında yaşanan deprem arasında 257 yıllık bir dönem bulunmaktadır. Bu fayın üreteceği 7 ve üzeri bir depremin olma olasılığını bilim insanları %63 olarak öngörmektedirler.


“BİLİM VE TEKNİĞİ YOK SAYAN”

Deprem bir doğa olayıdır. Öncelikle bu gerçek kabul edilmelidir. Bu konuda neredeyse özdeyiş haline gelen “deprem değil uygunsuz konut öldürür” tanımlaması doğru ancak eksik bir tanımlamadır. Çünkü konut, yer seçiminden planlamaya, projelendirmeden programlamaya, inşadan denetlemeye uzanan ve bir bütünlük taşıması gereken yapı üretim sürecinin bir ürünüdür. Bu nedenle süreç bir bütün olarak ele alınmalı ve öldürenin deprem değil bilim ve tekniği yok sayan, günübirlik çıkar odaklı ve ranta dayalı “bozuk yapı üretim süreci” olduğu gerçeği görülmelidir.

Depremle birlikte ortaya çıkan can ve mal kayıplarını “kadere” bağlamak, her afetten sonra günü kurtarma anlayışı ile yapılan açıklama ve çalışmalar deprem gerçeğini anlamamanın ötesinde insan hayatı ile kumar oynamanın örnekleri olarak değerlendirilmelidir.


“BİLGİ VE KİTAPLAR RAFTA KALDI”

Bu noktada 17 Ağustos Depreminin ortaya koyduğu bir gerçeğin altını çizmek gerekiyor. 7 ve üzeri büyüklükte bir deprem bekleyen İstanbul başta olmak üzere; bilimin ve bilimsel bir planlamanın gerekleri yapılarak çarpık, düzensiz ve kaçak olarak üretilen yapıların güvenli ve yaşanabilir bir çevreye dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu konu çok konuşuldu. Bu nedenle Deprem Master Planları hazırlandı. Bayındırlık ve İskân Bakanlığı(Bugünkü Çevre ve Şehircilik Bakanlığı)Deprem Şurası ve Kentleşme Şurası düzenledi. Yüzlerce bilim insanı ve uzmanın katıldığı tartışmalarla deprem ve yaşanacak diğer doğa olaylarının afete dönüşmeden nasıl önlenebileceği tartışıldı. Bu amaçla yapılan tartışmalarla sağlıklı bir yapılaşma ve kentleşmenin yaratılması için son derece değerli bilgiler ortaya çıkarıldı. Ne yazık ki bu bilgi ve kitaplar raflarda kaldı. Belli kişi ve gruplara çıkar sağlama adına tüm bilimsel gerçeklerin üzeri çizildi. Sınırsız betonlaşma ve doğa olaylarını afete dönüştüren bir anlayış yapılaşmanın temel aktörleri oldular. Depreme, su taşkınlarına ve sele teslim edilen kentler yaratıldı.


“KENTSEL DÖNÜŞÜM ADI ALTINDA YAĞMALAMA”

Ülkemizde egemen olan sermaye birikim süreci ,rant - talan politikalarına ve yoğun emek sömürüsüne dayanmaktadır. Bu kapsamda da ülke ekonomisinde inşaat sektörü başat bir noktaya getirilmiştir. Neoliberal politikaların bir parçası olarak uygulamaya konulan kentsel dönüşüm 2012 yılında, halkımızın güvenli ve sağlıklı konutlarda yaşamasını temin etme söylemleriyle çıkarılmıştır. 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” kısaca “kentsel dönüşüm” yasası bir yandan YIK-YAP anlayışı ile yeni sorun yumakları oluşturuyor diğer yandan kanunda sayılan özelliklerde dahi olmayan alanlar Bakanlar Kurulu kararı ile riskli alan ilan edilip yapılaşmaya açılıyor. Bunun yanında neoliberalizmin sonucu olarak iktidarın kentlere dönük saldırısı kentsel değerlerin ve kamusal alanların sermayeye teslim edilmesi, kent merkezlerinin rant projelerine ayrılması, doğal kaynaklar, orman arazileri, kamu ve halka ait arazi ve mülkler ile deprem toplanma arazileri kentsel dönüşüm adı altında yağmalanarak rant eksenli politikalarla sürmektedir.


“BİLGİLERE ULAŞMAK KOLAY OLMUYOR”

Depreme karşı yapı stokunu güvenli hale getirmek iddiasıyla başlatılan ve sosyal adalet, sosyal gelişim, sosyal bütünleşme, tarihi ve kültürel mirasın korunması, zarar azaltma ve risk yönetimi ile birlikte kapsamlı ve bütünleşik bir şekilde ele alınması gereken ancak bu hususları hiçbir şekilde dikkate almayan kentsel dönüşüm uygulamaları ile kentlerin fiziksel eşikleri aşılıyor, demografik yapıları bozuluyor, yeni  trafik ve alt yapı sorunları yaratılıyor.

Kentlerimizde bulunan apartmandan bozma okul, sağlık tesisi, kreş, yurt ve benzeri yapılar varlıklarını sürdürüyor. Kamu kurumlarına bağlı okulların, yurtların, kreşlerin, hastanelerin tam sayısı, kaç tanesinin yıkılıp yeniden yapıldığı, kaçının güçlendirilmesi gerektiği, kaçının projelendirildiği, kaç işin bitirildiğine ilişkin bilgilere ulaşmak çok kolay olmuyor.

Bütünlüklü bir planlama yerine parçacı bir anlayışla yapılar yıkılıp yeniden yapılıyor.

“Riskli alan”, “riskli yapı” belirlenmesindeki adaletsizlik, keyfilik ve hukuksuzluklar mağduriyetler ve hak kayıplarına neden oluyor.

Kentlerimiz konut inşa projelerinin birer "arazisi" haline dönüştürülürken, insana, tarihe, doğal çevreye dair ne varsa yok ediliyor. Ormanlarımız ve su havzalarımız büyük ölçüde zarar görüyor, toprağın drenaj sistemi bozuluyor. Yağan yağmur suyunu alacak toprak dahi kalmıyor.



“BİLGİ VE BECERİYE DAYALI YÖNETİCİLERİN YERİNİ ŞİRKET VE CEMAAT İLİŞKİLERİ ALIYOR”

Sonuç Olarak

Ülkemiz toprakları büyük ölçüde deprem tehlikesi altında bulunuyor. Nerede ise her gün ülkemizin bir yerinde bir deprem yaşıyoruz. Buna karşın planların gereklilikleri yerine getirilmiyor, yapı üretim süreci Ülke ve halkın ihtiyaçları gözetilerek değil, konut inşasını ekonominin anahtarı olarak gören bir anlayışla, rant yaratmaya yönelik olarak işliyor.

Bilim ve tekniğin yok sayıldığı bir ortamda ticari kaygı teknik kaygının önüne geçiyor. Bilgi ve beceriye dayalı yöneticilerin yerini şirket ve cemaat ilişkileri alıyor. Üniversiteler, meslek odaları sürecin dışına itiliyor.

Bilimin, tekniğin ve insan yaşamının dikkate alındığı bir kentleşme ve yapılaşma yerine, kişi ve grupların çıkarlarına dayalı bir yapılaşma anlayışı kentlerimizi yaşanmaz bir hale getiriyor. Ormanlar, ağaçlar, yeşil alanlar, su havzaları, park ve bahçeler yok edilerek kentlerde boş alan bırakılmıyor. Güvenli yapı ve yaşanabilir bir çevrenin yaratılması Ülkenin karar vericilerinin öncelikleri arasında yer almıyor.


“DEPREM BİR AFET DEĞİL DOĞA OLAYI”

Biz inşaat mühendisleri Odasının, Odaya bağlı şubelerin ve temsilciliklerin yöneticileri olarak bilim ve tekniğe bağlılığın Ülkemizin ve halkımızın aydınlık geleceğinin biricik yolu olduğuna inanıyor ve bu inançla depremin bir afet değil doğa olayı olduğunu, onu afet yapanın rant yaratma politikaları ve buna bağlı olarak işletilen bozuk yapı üretim süreci olduğunu kamuoyu ile paylaşıyoruz.