Genç yaşından itibaren büyük bedeller ödemişti. Atanmayı sevmezdi, seçilmeyi tercih ederdi. Tepeden inmemişti, tabandan yetişmişti. Parti disiplinini iyi bilirdi, kendisini kimsenin üzerinde görmezdi. Partinin, değil ilçe yönetimine, delegesine, üyesine büyük saygı duyardı,

-Nuri Öztürk-

Nerden aklına geldiyse,” Hatırlar mısın, kum iskelesine yanaşan Matyoz’ların üzerinden iri palamutları nasıl denize atardık, “dedi.

Gülümsedi nasıl unuturum dedi

Mahalle sınırlarının dışına, kendilerine göre evlerinden biraz daha uzak yerlere, çarşıya, deniz kenarına, liman taraflarına indiklerinin ilk zamanlardı.

İşte o zamanlarda kasabanın kum iskelesi vardı.

Şimdilerde polis evi, ya da yelken kulübünün arka taraflarında kalıyordu. Zamanın ahşaptan yapılmış genelde kum taşıyan, tomruk taşıyan motorlarının yükleme boşaltma işlerinin yapıldığı büyük bir alandı.

Balığın bol olduğu zamanlar da “o zamanlar Balık hep boldu” gırgırlarla açıkta tutulan palamutlar Matyoz’ların güvertelerine yığılmış halde kum iskelesine getirilir, burada hem kasalara dizilir, hemde kamyonlara yüklenirdi. Kasabanın çocukları kum iskelesinde balık tutarlar, denize girerler, bazen de kasalama yapanların arasına katılıp eğlenirlerdi.

İskelenin önündeki deniz pırıl pırıldı. Kenarlarda gezinen kefal ve istavrit yavrularının tek tek sayılabileceği kadar temizdi. Dibi tertemizdi, kumla kaplıydı. Derinliği üç dört metreyi geçmezdi.

Çocuklar teknenin güvertesindeki balıkları kasalara dizerken sözüm ona elimden kaydı bahanesiyle hemde en irilerinden bir iki palamutu denize düşürürlerdi!

Tekne sorumlusu elbette herşeyi görürdü.

Ancak zaman darlığından, işi bir an önce bitirip tekrar denize açılma telaşesinden olsa gerek, çocukların yaptığı bu yaramazlıkları görmezden gelirdi. Hatta bazı tekne reisleri çocukları gaza getirmek amacıyla” bir iki balıktan fazla denize balık düşürmek yok ha”  diye ikazda bile bulunurlardı.

Matyozun işi bitip de kıyıdan uzaklaştığında, denize dalıp, dipte parlayan palamutu çıkartmak çocuklar için günün en keyifli finali olurdu.

Ailesi kasabanın yerlisi değildi. Babası fabrikanın açılışı ile aynı zamanlarda, kasabadaki bir kamu kurumuna müdür olarak atanmıştı. Çocuklukları aynı mahallede birlikte başlamış sayılırdı. İlkokul dönemleri öncesinde başlayan arkadaşlıkları, çocuksu mahalle kavgaları dışında uzun yıllar kesintisiz devam etmişti. Ortak zevkleri vardı. Gerçi o dönemlerde kuş avlamak, balık tutmak, futbol oynamak dışında yapabilecekleri çok fazla eğlenceleri de yoktu ki. Ha birde telden araba yaparlardı.

Lise öğrenimi sonrası kasabadan ayrılmıştı. Çok geçmeden babasının da tayini çıkmış ailesi de kasabadan ayrılmıştı. Daha sonraları kendisine yurtdışında yeni bir yaşam kurmuş, çoluğa çocuğa karışmış, ekmek parası mücadelesini kasabadan hatta ülkesinden de çok uzakta yapmıştı.

Kasabayla irtibatını kesmemişti ama gelmeyeli de uzun yıllar olmuştu.

Çocukluğunun başladığı bu kasabadan gittikleri döneme kadar geçen zamanda mahalledeki komşuluk ilişkileri, arkadaşlıkları, öğretmenleri, kısacası kasadaki yaşantısı kendisinde çok önemli izler bırakmıştı. Kişiliğinin gelişmesinde kasabanın çok etkisi olmuştu.

Konuşacak çok konusu vardı.

Karartma yapılan geceleri hatırlıyorsun değil mi” dedi.

Elbette biliyordu, daha dün gibi hatırlıyordu.

Yine de sordu.

Hangisinden bahsediyorsun?

Kıbrıs Savaşı zamanı mıydı, evlerden dışarıya ışık sızmasın diye, pencereler içeriden kalın kalın örtülerle, battaniyelerle kapatılırdı, evlerin ışıkları gizlenirdi ya,

Kimi kasabalı, evlerinin ışıklarını yakmazdı, kimileri de pencerelerini sıkı sıkıya kara kara kalın örtülerle kapatırdı.

Hatırlasana yaz aylarıydı, her gün plajdaydık, bazı askerlik şubelerinde yetişkinler yeniden askere gitmek için sıraya girmişlerdi. Fabrika plajının hoparlörlerinden neredeyse savaşın canlı radyo yayını yapılıyordu.

“Nereden aklına geldi “dedi,

Devam etti, Gece yarısından sonra askerlerin sahildeki kayalıklara yerleştirildiğinden de bahsedilirdi.

Şu fabrikaya bakınca hatırladım, bütün kasaba da karartma uygulamaları yapılırdı, geceleri sahile askerler dizilirdi de bu fabrika ışıl ışıl 7/24 çalışmaya devam ederdi, yani düşman gelirse kasabada lambası yanan evleri mi hedef alacaktı?

Birbirlerine bakıp gülümsediler.

Çayından bir yudum aldı,

“Eee, çocuklar şimdi nerde püsü tutuyorlar” diye sordu.

Oldukça şaşkın bir vaziyette ilk kez gördüğü, barınağın içerisinde sıra sıra dizilen, çirkin görünümlü estetikten uzak, bir gecede kaçak yapılmış gecekonduları hatırlatan hemde iki katlı ayrıca da betondan yapılmış olan sözüm ona balık lokantalarından gözlerini alamıyordu.

Görüntünün kirliliğinden rahatsızlanmıştı, çok üzülmüştü.

Yavaş yavaş konuştu.

Halkın rahatı, ferahı, iyi yaşaması için yapıldığı söylenen yerel yönetim çalışmalarda, deniz ile halkın arasına böyle bir engel konulmasının akılcı bir açıklaması olabilir mi?

Kardeşim, zaten alan çok büyük değil ki, bırak buraya betondan bu ucube binaları yapmayı, alanı daraltmayı, buraya araç girişinin bile belli saatlerde yasaklanması gerekmez mi?

Söylesene burada yapılanlar kasabalıya hizmet mi yoksa eziyet mi, yapana da yaptırana da yazıklar olsun be” dedi

Gözünün önünden eski günler geçiyordu. Buralar denizin en sakin yerleriydi. Püsü adını verdikleri omurgasız deniz canlıları, balıkların en çok sevdiği yemdi. Palamutun kafa içi etleriyle, midye içiyle de balık tutarlardı ama tuzlu sudaki oltaya en dayanıklı yem, balıklar içinde en lezzetli yem püsü’ ydü.

Kayık çekeklerinin aralarında yeteri kadar püsü tutup deniz suyuyla birlikte bir kavanoza koyduklarında koşa koşa limana giderlerdi. EKİ nin yükleme bandının ön tarafında rıhtım boyunca bolca istavrit ve kefal tutulurdu. Deniz öylesine temizdi ki balıkların oltadaki yemi nasıl yediğini çok net görürlerdi.

Orada büyükçe beton bir bina vardı, ön tarafı çok geniş bir alandı, o binanın fabrikaya ait bir depo olduğunu söylenirdi. Balık tutma faslından sonra o alanda sırıl sıklam terleyinceye kadar futbol oynarlar, zaman zaman denizde serinlerlerdi, iki adım ötedeki askeri plaja gidemezlerdi. Askeriyeye ait olduğundan çok düzenliydi, disiplinliydi. Plaja girişler çok sıkı denetlenirdi.  Kasabanın en güzel plajı orasıydı. Hemen baba burnunun dibindeydi. Kasabalının tabiriyle rüzgarların “kafa koparttığı” zamanlarda bu plajda karıncalar bile denizden su içebilirdi.

Barınaktaki sıkışıklık içini daraltmıştı. Uzun bir sessizliğin arkasından yine tane tane sordu,” bunların buraya yapılmasının kasabaya, kasabalıya ne gibi bir faydası olabilir ki, kasabalı bunları yaptırmamak için çok itiraz etmiştir herhalde, diye sordu.

Susma sırası kendisine gelmişti. Sonunda cevapladı.

“Bildiğim kadarıyla evet, bazı itirazlar olmuştu, ama senin kastettiğin anlamda değil de, yani kasabalı buradaki görüntünün bozulmasına veya çirkinleştirilmesine sesini pek yükseltmemişti de, buradan yer kapmak isteyen esnaflardan epeyce itirazlar olmuştu diyebildi.

İkiside çok iyi hatırlıyorlardı. Bu balıkçı barınağının kasabaya kazandırılmasında büyük emek ve özveride bulunan, aşılamaz denilen engelleri tek başına aşan kasabanın evladını.

Yaşamını, inandığı ilkeler için mücadeleye adamıştı. Genç yaşından itibaren büyük bedeller ödemişti. Atanmayı sevmezdi, seçilmeyi tercih ederdi. Tepeden inmemişti, tabandan yetişmişti. Parti disiplinini iyi bilirdi, kendisini kimsenin üzerinde görmezdi. Partinin, değil ilçe yönetimine, delegesine, üyesine büyük saygı duyardı, elbette karşılığında da büyük sevgi ve saygı görürdü. Popülizmden hep uzak kalmıştı, kasabalı gençliğinden itibaren başlayan bu özverili mücadeleyi yakından izlemişti unutmamıştı.

Zamanı geldiğinde yekvücut olmuş, hiç tereddüt etmeden, kasabasının bu genç evladına vekaleti gönülden vermişti. Partisi tek başına iktidar olamamıştı ama, o yılmamış usanmamış bıkmamıştı. Halk arasındaki deyimle “hiç tribünlere oynamamıştı

Memleketine yaptığı birçok hizmetin içerisinde, balıkçı barınağının kasabaya kazandırmasının üzerinden çok uzun yıllar geçmişti.

Kasabalı bu alanda uzun yıllar ferahlayıp nefes almıştı. Denizin kokusunu doyasıya ciğerlerin çekmişti.

Balıkçılar ağlarını meydana serip kurutmuşlar temizliğini tamiratlarını burada yapmışlardı.

Zaten buranın adı “Balıkçı Barınağı” değil miydi?

Son yıllarda yapılan garip düzenlemelerle, burası da kasabanın en sıkışık, yürünmesi en zor, araç trafiğinin de “kasabanın her yerinde olduğu gibi” çekilmez hale getirildiği bir bölge olmuştu. Oturdukları yerden deniz kıyısındaki akaryakıt istasyonu bile zor görünür hale gelmişti.

“Bunun sahibinin çarşıda da istasyonu yok muydu” dedi.

Arkadaşına kafasını sallayarak cevap verdi.

Hadi dönelim dedi, çocukluklarının geçtiği bu bölgede rahatlamak nefes almak, artık çok zordu.

 Çarşıda yanyana üç tane akaryakıt istasyonu vardı, değil mi “diye sordu.

Şimdiki İş Bankasının biraz çapraz karşısında yanyana ya iki ya da üç akaryakıt istasyonu vardı, birde tam sol köşede bir akaryakıt istasyonu daha vardı. Şimdiki alışveriş merkezinin giriş kapısının olduğu yerde, eski Nimet ilkokulunun duvarının önünde kalıyordu. İstasyonların arkası marangozhanelerinde olduğu çukur bir yerdi. Kasabanın tabakhanesiydi. Birçok ismin kasabacaya çevrildiği gibi buranın adı da kasabalılar için Tabane idi.

Yürüye yürüye, sahildeki insan seline çarpmamak için azami dikkat sarf ederek çarşıya kadar geldiler.

Durdu yine bir şeyler hatırladı. Gülümsedi ve konuştu.

“Bilirsin, burada ne hükümetler kurulmuştur yıkılmıştır, kim bilir kaç kez memleket kurtarılmıştır değil mi?” dedi.

Kasabanın ilk taksi durağı burasıydı. Caferoğlularının park otelinin çapraz karşısına denk düşüyordu. Öncelerde takviyeli koldan veya yerden vitesli Jip ’lerin taksi görevini gördüğü durak, daha sonraları zamanın görkemli İmpala’ların kanatlı Chevrolet’lerin kullanıldığı Güven Taksi durağı olmuştu. Durakta tertemiz pırıl pırıl alüminyum jantlı Amerikan otomobilleri yol boyunca sıra sıra dizilirlerdi.

Sonrasında kasabada postane binasının yanında Murat Taksi durağı açılmıştı. Durağın bütün taksileri Murat 124 olduğu için bu ismi vermişlerdi.

Ardından peşi sıra Pazaryerinde, Sahilde, Meydan başında, Bozhane de Orta Cami de taksi durakları açılmıştı.

İşte bu ilk taksi durağının parka bakan kenarında yanyana boydan boya oturma bankları diziliydi. Yazın çınar ağaçlarının gölgesinde serin olurdu. Zamanın yaşlıları buralarda otururlar vakit geçirirler hararetli sohbetler yaparlardı. Güncel siyaseti yüksek sesle tartışırlardı. Tartışma Ecevit, Demirel, Bozbeyli, Feyzioğlu, Bölükbaşı isimleri üzerinde dönüp dururdu.

İşte burada gün içerinde, öğleye doğru hükümetler kurulur, öğleden sonra yıkılır, hava kararmadan yenisi kurulurdu. Yani ülke geceleri hükümetsiz bırakılmazdı. Çok ciddi politik tartışmaların yapıldığı kasabanın halka açık meclis salonu burasıydı.

Ben şehirlerarası otobüslerin hemen bu yandaki umumi tuvaletin üstündeki yazıhanelerinin önünden kalktığını hayal meyal hatırlıyorum” dedi. Üstün Erçelik tamam da İnanöz firması da vardı diye hatırlıyorum” dedi.

Tüm kasabalının tanıdığı firmalarda otobüs sahipliği veya şoförlük yapan efsane isimler de vardı.

Emek Hüseyin, Subaşı Orhan, Kuru Yakup, Durmuş Üstün, Beybey, Hacı Sait kasabanın sevilen güvenilen, isimleri ilk akla gelen meslek erbaplarıydı, lakin bir şoför vardı ki hakkında anlatılanlar tam bir şehir efsaneydi.

Gece yarısı şehirlerarası düz bir yolda giderken, otobüsünün direksiyonunu bırakıp tüm yolcular gibi arkalarda uyuyan muavinini tokatlayıp uyandırması, kendisini sollayıp geçen bir otobüse sinirlenip, Düzce sapağından döneneceğine Bolu Dağı eteklerine kadar onu kovalayıp, sollayıp geçtikten sonra geri dönmesi Şoför Deli Okan için sıradan olaylardı.

Akşamı yapmışlardı.

“Eee nasıl buldun kasabanın bu son halini, tekrar ne zaman geleceksin ,ne zaman görüşeceğiz “diye sordu.

Belli belirsiz gülümsedi. Arkadaşının koluna girdi yürümeye başladılar.

Nedense soruyu duymamazlıktan gelmişti, belli ki arkadaşını üzmemek için cevap vermek istemiyordu.