(Nuri Öztürk yazdı)

Kahvenin garsonu boşları alırken” artık çay vemeyom, dünyayı içtiniz be” demese hala laflamaya devam edecekti. Çınarın gölgesinde ne zamandır oturduklarını unutmuştu.

Aniden kalktı.

“Unuttum ya laa, hadi kalk kalk gel, akşam ablamla gelecek, yeğenlere balık yedirecem” dedi.

“Ya şimdiye kadar aklın neredeydi, az evvel Marem abiler gitti, onlarla gitseydin ya” diye başından savmaya çalıştı ama,

“Gardeşim onlar gece kaçta gelirler sen bilmiyon mu, balığa giden adam o kadar nevale alır mı, onlara balık bahane, onların istikameti doğru limancık” diyerek kayıkların bağlı olduğu yere doğru yürüdü.

Şunun şurasında bi saat bilemedin iki saat, bi şeyler tutup döneriz, hadi yürü yürü gımılda biraz “dedi.

“Ali abi’ nin kayığını alalım, o 16-24 çalışıyo” diyerek, kayığın çekeğe bağlı ipini çözdü. Pancar motoru çalıştırdı, kayık çekek yerinden yavaş yavaş uzaklaşıp, çakara doğru yaklaşmıştı ki “la bunla dün akşamdan beri burdala mı “diye, başıyla barınak çakarının dibinde oturan iki kişiyi işaret etti.

Arkadaşı “Yok yaaa, yarım saat evvel geldiler, sen görmedin... Ooo bak bak, bu akşam yiyecekler baya kuvvetli… masayı donatmışlar” diyerek gülümsedi.

Bu ikili kasabanın yerlisiydi, kasaba için çok özel insanlardı. Bazen Beccanda’ki pınarın başında, bazen Göztepe’deki selvilerin gölgelik tarafında, sık sık Park bekçisi Karadayı’nın şadırvana benzer beton kulübesinde, son zamanlarda, belki de havalardan sebep Barınak çakarının dibinde görülüyorlardı.

İkilinin beraber oldukları zamanlarda, onlara Galon diye tabir edilen oldukça büyük, bir şişe şarap eşlik ederdi. Eski bir gazete sayfasının masa örtüsü olarak kullanıldığı yer sofrasında turfanda meyveler, çeşit çeşit mezeler! yer alırdı.

Yanlarından geçerken selamlaştılar, Servis henüz açılmadığı için “rastgele” temennilerini çok net duydular.

Dün akşama göre masa baya zengin” dedi, saymaya başladı. İki sivri biber, iki erik, bir ufak domates ve elbette bir galon şarap.

Settar ve Cahit kasabanın birbirlerinden ayrılmayan iki değeriydi. Kasabalıya göre, kendilerini daima arka planda tutan, daha çok fikirlerini öne çıkartan iki çağdaş düşünür, iki kanaat önderiydi. (O zamanlarda Akil İnsanlar deyimi henüz icat edilmemişti)

Genellikle öğle saatlerinden sonra, ülkenin ve kasabanın önemli konularını tartışacakları, sorunlara çözüm üretecekleri en uygun yeri ve zamanı kollayıp toplantı masasını kuracakları alanı tespit ederlerdi.

Sakinliğe, sessizliğe, dışarıdan müdahale olmadan özgürce yeni fikirler üretebilmeleri ve de güncel “acil” konuları tartışabilmeleri için, böyle ortamlara ihtiyaçları vardı.

Önemli gündem maddelerinin hararetle tartışıldığı, toplantının üçüncü kişilere açık ,en verimli ve anlaşılır olduğu zaman dilimi, galondaki şarabın eksilme seviyesi ile yakından alakalıydı.

Şişenin beşte üçlük tüketilme seviyesine kadar geçen sürede, katılımcıların çok net anlayabileceği, sorunlara çözüm olabilecek konuşmalar, analizler yapılırken! daha sonraki tüketim aşamalarında, toplantı yalnızca bu ikilinin anlayabileceği bir dilin kullanıldığı, oldukça sakin sessiz, dışa kapalı derin tartışmaların yapıldığı bir ortamda devam ederdi.

Bu ikilinin, ülkenin ve kasabanın geleceği ile ilgili çok çarpıcı, sorunların çözümüne dönük, derin anlamlar içeren fikirlerinin olduğu herkesin malumuydu.

Ülkenin siyasal gidişatı ve gelecekteki olası politik gelişmeler gündemlerinin ilk sıralarında yer alırdı, bu tartışmalar hiçbir zaman kısır kasaba siyasetinin dar kalıpları içerisine sıkışıp kalmazdı.

Denizlerdeki balık popülasyonu, ileride olabilecek kirliliğin deniz yaşamına nasıl olumsuz etki yapacağı veya kömür havzasındaki rezervin nasıl daha ucuz maliyetlerle çıkartılabileceği, fabrikanın ekolojik yapıya zarar vermeden kapasitesini nasıl artırabileceği, eğitim sorunları tartışmalarının öncelikli konularıydı!

Konuşmacılar günler öncesinden kamuoyuna açıklanan toplantı gündeminin dışına (Bir istisna dışında) çıkamazlardı. Ancak tartışmaların en hararetli anlarında , katılımcılardan biri ses tonunu aniden değişerek, Abalı köyüyle Kestaneci köyünün kaz uçuşu mesafesinin ne kadar olduğuna dair, yıllardır çözülemeyen, kasabanın geleceğini ’de çok derinden ilgilendiren son derece önemli tarihi sorunu! toplantının gündemine katabiliyordu.

Kasaba sporunun, öncelikle de kasaba futbolun güncel ve gelecekteki durumu hakkında çalışmalar yapan, konusunda uzman danışmanları vardı.

Bu uzmanlardan biri (uzun süren tartışmalar sonucu birçok aday arasından hakkıyla seçilen), o zamanlarda fiilen de futbolun içerisinde olan, kasabalının da çok yakından tanıdığı Boyacı Haydar’dı.

Boyacı Haydar, (güneşin açı durumuna göre) İskele camiinin önünde veya arkasında, sıklıkla da Memleket Eczanesinin köşesinde, uzun yıllardır kasabalının ayakkabısını boyayan kıymetli romanlardan birisiydi. Çok kişiyi tanıyan, çok kişi tarafından tanınan boyu posu yerinde çarşının önemli, gezgin esnaflarındandı.

Güçlü kuvvetli olması nedeniyle kasabanın futbol takımında kendisine yer bulmuştu. Yanlış anlaşılmasın, ayağının futbol topuna çarpmışlığı yoktu ama, maçlara ve idmanlara gidip gelirken takımın malzeme çuvallarını, çantalarını taşıma sorumluluğunu yüklenmişti. Bir başka tabirle kulübün malzemecisi olmuştu. Görevi kabul edişinde, işyerinin kulüp binasına yakın olmasının büyük etkisi olmuştu.

Kulüp, Duran İş hanının çatısındaki yarım çekme kattaydı, Haydar da akşamları boya sandığını, iş hanı merdivenlerinin altına bırakıyordu.

Çok önemli bir göreve atanmıştı. Layıkıyla, elinden geldiğince işini iyi yapmaya çalışırdı. Zaman içerisinde zaten yeterli! olan futbol bilgisi teoriden fiiliyata evrilmişti. Artık takım hakkında teknik değerlendirmelerde de bulunabilecek kıvama geldiğine inanıyordu.

Fikirlerine en çok, sonralarda Belediye Fen İşleri Müdürü olacak İsa Erel değer verirdi. Her ayakkabı boyattığında sorular sorar, nedense hiç kendi fikrini söylemez hep gülerdi. Haydar’a göre onun” haklısın deme şekli böyleydi.

Bir keresinde hoca, kasabanın yetenekli bir gencini önemli bir maçta ilk on birde sahaya çıkartmış, maçın sonuna kadar da oynatmıştı. Çocuk heyecanlanmış, iyi oynayamamıştı,

Ya İsa abi olur mu böyle şey, çocuğu böyle önemli bir maçta neden bu kadar sahada tutuyorsun, yazık değil mi, çocuğu kaybetmeyeceksin, kazanacaksın öyle değil mi, bunlar yanlış işler, bunlar genç çocuklar, zamanla pişecekler, hemen verim alamazsın sabır lazım “demiş. Hemen de eklemişti.

“Zaten usta da benim gibi düşünüyo

Mesele anlaşılmıştı Haydar, Kocausta ’nın maç sonunda birileriyle yaptığı bu konuşmaları duymuş anında kayda geçmişti.

Her ne kadar havanın çok soğuk olduğu bir maç öncesinde, futbolculardan bazıları” Haydar, çantadan vicks’i ver, baldırlarımıza sürelim” dediklerinde,” Ya bırakın şimdi viski ’yi falan, sırası mı, maçtan sonra içersiniz çocuklar” diyecek kadar da oyuncuların sağlıklarıyla yakından ilgilenirdi.

Belgesiz, kayıtsız, herhangi bir şahidin de itirafı olmadan şimdi açıklamakta ciddi yarar vardır, çünkü “kasabadaki büyük çoğunluğun kanaati de o yöndeydi”

Kasabanın önemli partileri her seçim öncesinde bu ikiliye belediye meclisinin ilk sıralarından adaylık için gizliden gizliye birçok kez teklifinde bulunmuşlar, her defasında “ret “cevabı almışlardı. Dost meclislerinde söylediklerine göre” zaten fikirleri her daim belediye meclislerinde yer alıyordu”

Bu ikili sosyal ,siyasal ,ekonomik ve kültürel konulardaki fikir üretimlerini, yerleşik mekanlarda yapmak zorunda kalmış olsalar da, kasabanın bir diğer sorumluluk sahibi etkin sivil toplum gurubu Erdoğan, Selim ve Sedat’tan oluşan üçlüsü ,bayındırlık ve imar işlerini yerinde görüp tespitler yapmak, yanlışları düzeltmek, yapıcı eleştirilerde bulunmak için her gün kasabanın bir ucundan diğer ucuna, özellikle hizmetlerin götürülemediği kasabanın en ücra yerlerine kadar ! bıkmadan usanmadan, yürüyerek rutin denetimlerde bulunurlardı. Grup amiri Erdoğan hiç konuşmazdı, her şeyi gözleri ile anlatırdı. Daha çok arkasında yürüyen Selim ve Sedat konuşurlar şefin göz hareketlerini yorumlayarak, kalem kâğıt kullanmadan raporlarını tutarlardı.

Bu trio ’nun sorumluluk ve görev aşkından, bitmek tükenmek bilmeyen denetim hizmetlerinden rahatsız olan bazı malum çevreler kendilerine “üçlü deli “ismini takmıştı. Kasabalı yakıştırılan bu tür lakapları ciddiye almazdı, aksine bu lakapların onlara azim ve başarılarından dolayı verilmiş birer unvan olarak kabul ederdi.

Önce askeri plajın üstlerinde istavrit aradılar az bir şey alabildiler, biraz daha yukarıya çıkıp kumda epeyce mezgit tutup dönüşe geçtiler. Neredeyse iki saate yakın avlanmışlardı, Yavaş yavaş barınağa geri dönüyorlardı, kestaneci köyü üzerinden beyaz bulutlar yükselmişti, poyraz esecekti.

Kasaba denizden bakınca, bir başka güzel gözüküyordu.

Karşılarında ince uçlarının biri Göztepe’de diğeri Çeştepe ’de olan yarım ayın en güzel hali vardı. Çeperin dış yüzeyi Bağlık üstlerini, Pençes ve Kestaneci köylerini kavrayarak oldukça geniş bir alana yayılıyordu. Ayın iç yüzeyinin kolları, karşılıklı iki limanla denizi kucaklayıp, koynuna alıyordu.

“İstanbul’un yedi tepesi varmış ha” diye mırıldandı.

Gözleriyle saymaya başladı, “Göztepe, Bağlık, Esebaşı, Pençes, Kestaneci, Kula, Çeştepesi... al sana yedi tepe”

Kaleyi, kula malesini görüyon mu, çamlar nasıl da büyüyo, askeriye var ya orda, yasak bölge orası, belki de kasabanın en güzel yeri o tepe” dedi.

Arkadaşı “Çeştepe’yle Kestaneci farklı mı” dedi” hele köye baksana nasıl yemyeşil ağaçlık, eee Bağlık tarafları da aynı, oralarda da amma büyük ağaçlar var ha, meyve bahçeleri de cabası” dedi.

Kestaneci köyünde çok fazla ev yoktu. Çoğunluk bağ bahçe tarlaydı. Oldukça da fazla çilek tarlası vardı. Ağaçlardan evlerin çoğu gözükmüyordu, bırak üç katlı evi iki katlı ev bile çok azdı.

Kasabayı seyre dalmışlardı, korka korka sordu.

Gözleriyle Kestaneci köyü taraflarını gösteriyordu” Köylüler yarın birgün bu bahçeleri satarlar mı?

Birden parladı “ya olum köylüden canını iste, bağını, bahçesini, tarlasını isteme olur mu öyle şey, diyerek kestirdi attı.

Konuyu değiştirdi,” yarın akşamüstü top oynayacaz gelirmisin” diye sordu.

“Nerde, kimle “dedi,

“Göztepe’deki askeri sahada, orta camidekiler, kula mahallesindekiler falan saat dörtte”

“Gelirim ya” dedi.

Göztepe altında, Meydanbaşı yokuşundaki doğum evinin arka tarafında askeri bölük vardı. İnzibat bölüğü de olabilir. O zaman oraları bol meyve ağaçlı, yemyeşil alanlardı. Askeriye ’nin çok güzel, spor alanı olarak kullandığı küçük bir futbol sahası vardı. Deniz tarafına doğru biraz eğimliydi, her yağmurda zemini bozulurdu, ama kasaba gençlerinin en sevdikleri futbol sahalarından birisiydi. Etrafında tel’miş, duvarmış, hiçbir şey yoktu.

Çakara yaklaşmışlardı.

Fabrikaya kömür taşıyan tren, orta mektebin önünden düdüğünü çalarak yavaş yavaş geçiyordu. Kasaba tarihinin önemli iki değeri birbirlerini selamlıyordu.

Çakardan barınağa doğru dönerken, dümeni tutan arkadaşına, “biraz açıktan dön, burda geçen gün iki kayık kafa kafaya çarpıştı, adamlara deniz dar geldi “diyerek gülümsedi.

Çakarın dibindeki toplantı bitmişe benziyordu.

Galon şarap şişesi yan yatırılmıştı. Domatesin yarısı ve biberin biri artmıştı. Belli ki mezeler fazla gelmişti.

Tekrar selam vermek istediler arkadaşı” afiyet olsun, afiyet olsun” diye seslendi, duymuşlardı, selama elleriyle de olsa karşılık vermek istediler ama, elleri ancak bel hizalarına kadar kalkabildi.

Memleket ve kasaba sorunlarının tartışıldığı uzun toplantı, ikiliyi haddinden fazla yormuşa benziyordu.