İstanbul Erkek Lisesinde ortaokulun 1. ya da 2. sınıfında olmalıydık. Kalabalık sınıfımızda boyumuz kısa olduğundan Erol Özdoğan (o şimdi mimar) ve ben ön sırada oturuyorduk. Kürsüye yakın. Harika bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Edebiyata düşkün, çevirmen ve o dönemde bile interaktif ders anlatan bir öğretmen. Herhalde bizim derslerdeki ilgimizi görmüş olacak ki bir dersten sonra Erol’la beni çağırdı ve ikimize de günlük yazabileceğimiz, renkli kabı olan birer defter hediye etti. Çok mutlu olmuştuk. Ben günlükle ilgili neler yapacağımı düşünürken 2-3 gün içinde o çok sevdiğim öğretmenimin armağan ettiği defterimi kaybettim. Bayağı bir acı çöktü içime. Onca yıl sonra hatırladığımda da aynı üzüntüyü duyarım.

Şimdi diyeceksiniz ki bu günlük de nerden çıktı. Elbette durup dururken çıkmadı. Bugün 6 Mayıs; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam edildikleri gün. O sabahı çok iyi anımsıyorum. Bakırköy’de oturuyorduk. Benim de, karımın da yüzü gözü perişandı. TRT Haber Merkezindeki işime gitmek üzere yola koyuldum. Biri dürtse ağlayacağım. Etrafıma bakıyorum sanıyorum ki herkes benimle aynı duyguları paylaşıyor. Ne gezer herkesin keyfi yerinde.

12 Mart’tan sonra sıkıyönetim mahkemeleri kurulmuştu. 1971’den başlayarak kısa aralar hariç bir yıla yakın sıkıyönetim mahkemelerini muhabir olarak izledim. Selimiye Kışlasından biri öğle haberleri biri de akşam haberleri olmak üzere iki kez haber geçiyordum radyoya. Denizlerin duruşmalarını bir başka arkadaş izliyordu. Ben Mahir Çayanların duruşmalarını izlemekteydim. 1960 kuşağı olarak bağımsız Türkiye için uğraş verdiklerini bildiğimiz o gençleri yakınımız, kardeşimiz gibi görüyorduk. Sonrası öyle köşe yazılarına sığmayacak kadar uzun. Ama şunu söyleyebilirim. Bir süre sonra TRT Haber Müdürü Sıkıyönetim Komutanlığından hakkımda şikayet olduğunu ve bundan sonra Selimiye’ye gitmeyeceğimi söyledi. Aradan bir hafta geçmeden de Aralık 1971’de geçici görevle Kars’a gönderildim. Bir ay sonunda döndüm hiçbir şey olmamış gibi göreve başladım.

Şimdilerde iki şey sevindiriyor beni. Genç meslektaşlarımın günlük tutma gibi bir alışkanlıkları yoksa da haber alanında yaşadıklarını gördüklerini kitaba dönüştürme konusunda gayretleri var. Çok da iyi ediyorlar. Çünkü gazeteci tarihe not düşer. Olaylar unutulur, dijital veriler silinir ama yazılı tarih, sözlü tarih hep kalır.

Denizleri düşünürken dün gece büyük hukukçu ve büyük yürek Halit Çelenk’in kitabını karıştırdım. “İdam Gecesi Anıları.” Bildiğiniz gibi Halit Çelenk, Denizler için 160 sayfalık kapsamlı bir savunma hazırlamış ama dönemin ön yargılı adaletini yanlıştan döndürememişti. İdam gecesini de onlarla beraber yaşadı Halit Çelenk.

Düşünmeye başladım. Soluk alıp verdiğimiz ülkemde adaletsizlik, zulüm ve acı hiç peşimizi bırakmadı. Hak ihlallerine karşı çıkanlar, Türkiye’nin bağımsızlığı için savaşanlar barış, özgürlük diyenler hep bir bedel ödediler. Devlet Baba çocuklarına hiç de şefkatli değildi. Yaşadığımız topraklar hep kanla şiddetle yoğuruldu. Tertemiz ruhlu üç genç Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan politik itiş kakış arasında siyaseten idam edildiler. Sağ kesime göre Menderes, Polatkan ve Fatin Rüştü’nün intikamları alınmıştı. ‘Üçe üç’ ve o sıralarda yakını olan politikacılardan, aydınlardan hem 12 Mart cuntasına, hem hükümete çok aracı gittiğini biliyorum. Ama Nuh dediler peygamber demediler. İdam oylamasının yapılacağı gün Mecliste Süleyman Demirel’in bir görüntüsü belleğimden hiç çıkmaz. Karşı oy kullanmasınlar diye milletvekillerini izler Süleyman Demirel. Oturduğu koltuktan yan dönmüştür. Adalet Partisinden idama karşı oy kullanan olmasın diye yüzünde bir tebessüm salonu izledi. İşte günlükten buraya geldik. Şimdi diyorum ki keşke günlük tutma alışkanlığını edinseydim. Küçücük notların bile bazen ne kadar önemli olduğunu insan bu yaşa gelince anlıyor. Öte yandan bakıyorsunuz Devlet Baba’nın gençleri potansiyel tehlike görme inadı da hiç değişmiyor. Şimdi belki idam etmiyorlar ama cezaevlerinde, açlık grevlerinde çürütüyor, yaşatmıyorlar.

Yazıyı Ülkü Tamer’den bir şiirle bitirelim. “Bakış”

Yürürken o bakışını bırakma,

kasketin gibi kendine ekle onu.

Reklam

Dağılan bir kuş kanadı gibi

sarsın alnının arkasını.

Patikalarda büyüyen hışırtılar gibi

yüreğinde büyüt onu.

Ayın savurduğu sessizlik gibi

içine savur onu.

Tut elinden o bakışını.

Çeşmeye götür,

su içir ona.

Çıkınını aç,

peynir ver ona.

Dağlara taşı,

rüzgarı göster ona.

Yaşarken o bakışını bırakma.

Reklam

Yıllarının hazinesi gibi

öfkenin sandığında sakla onu.