Uzun ömrümü sindire sindire yaşıyor olmamda en büyük etken kitaplardır. Ve elbette o kitaplara ruhunu veren yerli, yabancı yazarlardır. Mesela John Berger yaşantımda unutamayacağım yazarlarımdan biridir. Çok yönlü bir sanatçıdır da. Onu, denemelerine, yazılarına, eskizlerine, resim ve fotoğraf üzerindeki bilge anlatımına en çok gereksinim duyduğumuz dönemde yitirdik. Mutlaka sizlerin de başucunuzdan ayırmadığınız yazarlarınız vardır. Onlarla gününüz aydınlanır. Geleceğe daha bir umutla bakarsınız.

John Berger’in “Kıymetini Bil Herşeyin” adlı deneme kitabı sabah sabah usuma takıldı. Sahi biz doğanın, insanın, tüm canlıların kıymetini biliyor muyuz? Hiç sanmıyorum. Çünkü bu ülkenin topraklarında yaşayan bizler birbirini seven, yaşantısından hoşnut olan insanların bir araya geldiği bir toplum olsaydık o zaman söyleyecek lafımız olurdu. Oysa giderek toplum değil topluluk haline geldik. İnsan kıymetini bilmek şöyle dursun kadınları, çocukları, evcil hayvanları bile nefretine kurban eden bireyler oluştu. Sevgisiz bir insan kalabalığı toplum değildir. Ötekinden nefret eden, ırkçılığı milliyetçilikten ayırt edemeyen insan grupları toplumun bir parçası olamaz. İnsan kıymeti bilen yeni bir toplum yaratmak zorundayız diye düşünüyorum. Zor da olsa bunu başarmak yine bizlerin ellerinde.

Dünya sermayesinin dizginlerini elinde tutan Amerika’yı ve Amerika’nın ünlü kenti New York’u ilk kez 1988 martında ziyaret etmiştim. Bir görev gezisiydi. Bize ayrılan otel Birleşmiş Milletlere ve Büyükelçiliğimize yakındı. İşimizi yaparken gezmeyi de ihmal etmiyorduk. Lüks ve debdebenin kol gezdiği New York’ta birbirine paralel cadde ve sokakları geçtikçe şaşkınlığım giderek artıyordu. Örneğin lüks bir caddenin hemen iki sokak ötesindeki cadde başında soğuktan birbirine sokulmuş insanlar yaktıkları ateşte ısınmaya çalışıyorlardı. Bize verilen yol izleğinde turiste yönelik bir hayli öğüt vardı. Siyahiler o dönemde de hâlâ ikinci sınıf vatandaştı. Sonradan Obama’nın başkan oluşu beni hep şaşırtmıştır. New York için yetmiş iki buçuk milletin yaşadığı kent derlerdi. Gerçekten de öyleydi. Kulak kabarttığımızda pek çok değişik dilin yankısı kaplardı sizi. Bunu niye anlatıyorsun, diyebilirsiniz. O kapitalizmin şaşa[1]alı ülkesinde yoksulluk kimi mahallelerin hemen her soka[1]ğından fışkırıyordu. Bu bir tezat mıydı? Yoksa Amerikan sömürgeciliğinin bir geri dönüşümü müydü? Hele içinde yaşadığımız dönemde bırakın Amerika’yı her ülkenin insan hamuru giderek bozuluyor. Yoksullar daha yoksullaşıyor. Varsıllar daha umursamaz oluyor. Bütün bunlara kafa yorduğumda Fransız Şair Jacques Prévert ‘ın bir şiirine takıldım insana dair, daha çok da çocuklara dair.

Çeviri Eray Canberk “Çocukların Şarkısı”

Kenarmahalle’nin sevimli çocukları
Gebermiş yaşlı kedilerle
Eski mantar parçalarının yüzdüğü
Yoksulluğun bulaşık sularına
Bulanır başcağızlarınız önce
Gençsiniz, körpesiniz neyse
Düşmanca ve acımasız bir dünyanın
Ayrıcalıklı çocuklarısınız belki de
Analarınız ve babalarınız
Dur durak bilmeden çalışırlar
Kenarmahalle’nin çileleri içinde
Yoksulluktan kurtulmak için
Kenarmahalle’nin yoksulluğundan
Bütün dünyanın yoksulluğundan
Kenarmahalle’nin sevimli çocukları
İşçi ailelerinin sevimli çocukları
Yoksulluğun sevimli çocukları
Bütün dünyanın sevimli çocukları
Kenarmahalle’nin sevimli çocukları
İşte tatil ayları işte yaz
Ama sizin için deniz kıyısı nerde
Nerde güzelim kumsal ve açık hava
İşte Kenarmahalle’nin tozu toprağı
Atıp durun kaldırım üzerine
Yoksulluğun ve başıboş çocukluğun
Atıp durun talihsiz zarlarını
Kime kalmış ayıplamak sizi kime
Kenarmahalle’nin sevimli çocukları
İşçi ailelerinin sevimli çocukları
Yoksulluğun sevimli çocukları
Kenarmahalle’nin sevimli çocukları