Uzun süren bir bayram tatilinden sonra çalışma ortamına alışmak pek kolay değil. Hele bencileyin bayramları da, tatillerini de sevmeyen aykırı biri için. Aslında oldum olası tembellik hakkımı kullanmaktan yanayım. Ne zaman çalışacağıma, ne zaman dalga geçeceğime kendim karar vermeliyim. Elbette söz ettiğim tembellik hakkı kimi düşün insanlarının ortaya koyduğu bilimsel metinleri içermiyor. Yalnızca bana özgü. Psikolog bir dostumla söyleşirken yakaladığım ipuçları üzerinde kafa yorarak keşfettim. Kırlarda dolaşmak, sahile vuran dalga seslerindeki müziği dinlemek, kuşları gözlemlemek, rüzgarın ağaç yapraklarından çıkardığı hışırtıya kulak kesilmek, insanlara gülümseyerek günün hangi saatinde olursa olsun “günaydın” demek… Evet, tüm bunlar tembellik hakkımı oluşturuyor. Yazı, çizi, habercilik ise çalışma alanıma giriyor. Tembellik hakkımı kullanmaya başlayalı kısa süre oldu, yararını gördüğümü söyleyebilirdim ama olmadı. Mesela içinde soluk alıp verdiğimiz toplumumuza bakalım. Politikacıların el birliği ile iflah olmaz biçimde ayrıştırdığı, birbirine hasım ettiği sevgisiz, şiddet seven bir kalabalık.  İkiye bölünmüş. Bir taraf karşı tarafı sevmiyor. Sevmemek yetmiyor. “Benim gibi düşünmüyorsan vatan hainisin” diyor. Yine yetmiyor seni katil sürülerinin hedefine koyuyor. “Müslüman’ım” diyorlar oysa ölenin arkasından hakaret yağdırıyorlar. Din bezirganlığını, iktidar yalakalığını meslek edinmiş ne çok varlık türedi toplumda. 
İşte eskiden bunlara öfkelenir, yanıt yetiştirmeye uğraşır, sinirlenir, sağlığımdan olurdum. İnanın yeni metodumla rahatladığımı zannediyordum. Ne çare ki Türkiye’de gündemin ne kadar hızlı değiştiğini, insanların nasıl inanılmaz bir hızla dönüştüğünü bütün bu kafa jimnastiği sırasında unutmuş, gözden kaçırmışım. Anlaşılıyor ki bu coğrafyada stresten, öfkeden uzak kalmanın bir yolu yordamı yok.
Türkiye’de sinema sanatının önde gelen emekçilerinden, Nazım Hikmet Vakfı Yöneticisi Tarık Akan’ı yitirdik. Gülten Akın’ının da dediği gibi “onlar ölümle aldatıp bizleri / birbir göçtüler” ülkenin aydınlık ve yiğit insanları. Artık kültür dağarımızdan unutulmaz değerde önemli bir isim daha eksildi. Yazılı ve görsel basında ve de sosyal medyada Tarık Akan’ın o iyi yürekli insanın ardından bile hakaret edebilmeyi marifet sayan kötücül böceklere, sürüngenlere diyecek bir söz bulmakta zorlanıyorum. Nasıl bir kin ve nefretle donattılar insanları. Bu ülkede her şey siyah ve beyaz mı? Hani nerde demokrasi, nerde kaldı Yenikapı ruhu. Nasıl bir din anlayışı! İşte sevgili okur bunları görünce içinde yaşadığım coğrafyada tembellik hakkına bile sahip olamayacağımı anladım. Yine de tüm bu kötücül bakışlardan uzakta doğaya bakıyorum. Sevgi var, aşk var. Gök maviliğinin, güneşin, ay ışığının karanlığa inat insanlara verdiği dinginlik ve umut var. Bunları düşündüm, sizler de düşünün istedim. Onlarsa varsın içinde gömüldükleri karanlıklarda debelenip dursunlar.
Yazıyı sevdiğim bir Fransız şairin şiiriyle tamamlayacağım. Jacques Prévert’in “Irmak” adlı şiirini dilimize Eray Canberk çevirmiş. Seveceğinizi umuyorum:
Çok sular aktı köprülerin altından
Ve ayrıca alabildiğine kan
Ama aşkın ayakları dibinde 
Koca beyaz bir ırmak akar
Ve bütün günlerini şenlendirdiğin 
ayın bahçelerinde
uyuklayarak türküsünü mırıldanır bu ırmak,
Ve içinde kocaman mavi bir güneşin dolanıp durduğu
Bu ay benim başımdır
Ve güneş te senin gözlerin.