Niyetiniz nedir? Niyetleriniz, düşünceleriniz iddianameler yoluyla suçlanabilir mi?
 
Düzene uygun düşünmüyorsanız, düzene aykırı düşündüğünüz için niyetiniz suç mudur? Sadece niyetinizin bir şekilde belirlenmesi sizi kusurlu ve suçlu yapar mı?
 
İnsanlık için zararlı bir sonuç yerine, daha yararlı olsun diye açıkladığınız ifadelerinizden ve hatta açıklamadığınız düşüncenizden dolayı yargılanmanız adaletli midir? Çoğunluğun çok sevdiği ve benimsediği görüşlere karşı, farklı görüş ve niyetleriniz yüzünden suçlanmanız ve yargılanmanız hukuka uygun mudur?
 
İddianamelerde yazılı niyetlere aykırı düşen niyetiniz mi, kusurunuz mu suçtur?
 
Görüşünüzü açıklamaktan mı, niyetinizden mi sorumlu olmayı istersiniz?
 
İddianameler yoluyla “niyetler” suç sayılıp yargılanabilir mi? 
 
Ceza adaleti sisteminin gerekli etkisini dikkate alarak, toplum adına ve kamu yararına hukukun uygulanmasını sağlayan kamu yetkilileri savcılardır. Savcıların temel görevi her zaman ve her koşulda; dava açma görevi de dâhil, her zaman ulusal ve uluslararası hukuka uygun olarak görevlerini icra etmektir. Görevlerini adil, tarafsız, tutarlı ve süratli olarak yerine getirmelidirler. İnsan onuru ve insan haklarına saygı duyar, bu değerleri korur ve desteklerler. Toplum adına ve kamu yararına davrandıklarını dikkate alırlar. Toplumun genel çıkan ile birey hakları ve çıkarları arasındaki adil dengeyi bulmaya çalışırlar. İddianame yazma işinde, savcılar; tüm kişilerin adalet önünde eşitlik hakkına saygı duyarlar, cinsiyet, ırk, renk, dil, din, siyasi veya diğer düşünceler, cinsiyet tercihleri, ulusal veya sosyal köken, ulusal azınlık, mülkiyet, doğum, sağlık, özürlülük veya herhangi bir diğer statü ile ilişki temelinde her hangi bir kişiye karşı ayrımcılıktan sakınırlar. (Avrupa Savcıları Konferansı, Mayıs 2005. Savcılar için Etik ve Hareket Tarzlarına İlişkin Avrupa Prensipleri).
 
Savcı, ce­za yargılamasında taraftır, ancak sanığın karşıtı değildir. Kamu adına görev yüklendiği için yaptığı iş “mutlaka ve yalnızca sanığın cezalandırılması yönünde olmaz; olmamalıdır.” 
 
Soruşturma sonunda toplanan delillere göre suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe oluştuğuna kanaat getirerek iddianame yazabilmek için neye bakılır? Suçlayan iddianame şüphelinin eylemine (fiiline) bakarak mı, yoksa şüpheli varsayılan kişiye, kişiliğine, düşünce ve kanaatlerine, niyetlerine, isteklerine, açıklamadığı görüşüne bakarak mı yazılır?
 
Ceza hukukunda bir suç iddiası altında bulunun kişinin suçlu olup olmadığının belirlenmesinde “kişinin kusuru” önemli bir unsurudur.
 
Acaba kişi sadece zararlı sayılan eylemi ve kusurundan dolayı sorumlu tutulmaz mı?
 
Yoksa kişi; yaşayış tarzı, düşünceleri, etrafı, ilişkileri, davranışları nedeniyle zaten baştan anti-sosyal kusurlu kişi olarak kabul edildiği için mi sorumludur?   
 
Önce terk edilmiş, tarihe gömülmüş bir ceza hukuku görüşüne göre suçun unsuru olan kusurluluk, işlenen eylemle sınırlı olarak anlaşılmaz. Kusurluluk, ayrıca failin karakteri, onun yaşayış tarzı ile ilgili bir niteliktir. Başka bir deyişle, kişinin kusurluluğu, failin sıfatından doğan bir niteliktir. Kişi, toplum için baştan ve zaten kusurludur. Bu nedenle, failin kusur­lu olup olmadığını saptayabilmek için, kim olduğuna ve eylemin kişiliğine uyup uymadığına bakılır. Eğer, eylem; failin kişiliğine uyuyorsa, onun kişiliğine uygun düşerse ve anti sosyal bir yapıya sahip olduğunu ortaya koyuyorsa,  kusurlu sayılacaktır. Yani eylemin, failin anti - sosyal kişiliğinin ifadesi olup olmadığını anlayabilmek için, failin geçmişteki bütün davranışları, kurduğu ilişkiler, psiko fizyolojik yapısı göz önünde tutulur. Dolayısıyla eğer koşulları varsa fail, eylemdeki kusurluluğu dolayısıyla değil, fakat yaşayış tarzındaki kusurluluğu nedeniyle sorumlu tutulur.   
 
Ceza hukukunun terk ettiği bu anlayış bakımından eğer kusurluluk, failin karakteri, onun yaşayış tarzı ile ilgili bir nitelik olarak anlaşılırsa bu durumda devlet otoritesi kişiler aleyhine genişletilmiş olmaktadır. Bu durumda fail; eylemdeki kusurluluğu dolayısıyla değil, fakat düşünceleri, davranışları ve yaşayış tarzındaki düzene uygun olmadığı baştan kabul edilmiş kusurluluğu yüzünden sorumlu tutulmaktadır. İşte kusurluluğu son derece geniş bir şekilde anlayan bu görüş ka­bul edilemez. Çünkü her şeyden önce, Devlet otoritesini kişiler aleyhine genişletmek, güçlendirmek gibi diktatoryal bir eğilimin sonu­cudur (Alacakaptan, Uğur. 1975 Suçun Unsurları).
 
Eylem, failin kişiliğine uygun düştüğünden dolayı failin kusurlu sayılacağı hakkındaki mantığa dayalı ceza hukuku anlayışının çoktan terk edildiğini özellikle belirtmeliyiz.  Ceza normu, koruması amaçlanan hukuksal yararı ihlal edebileceği öngörülen sonucu, dış dünyada değişiklik yaratan hareketi suç olarak tanımlar...
 
Dönmezer-Erman; sadece zarar ve toplumun zararlı neticeleri doğuran her nevi harekete karşı korunması gereğine dayanan bazı akımların sonucu olan objektif sorumluluk prensiplerinin ceza hukukunda kusursuz suç olmaz prensibinin kapsamını daralttığı ve böylece kusurluluk unsurunun öneminin adeta abartıldığı görüşündedirler.
 
Dönmezer ve Erman’a göre, bu anlayış “…her şeyin irade ile izah edilebileceğini, suçlu niyetin bir suretle belirlenmiş olmasının bir fiili suç saymak için yeterli olduğunu kabul eden sübjektivist eğilimler rağbet kazanmış ve özellikle İkinci Dünya Savaşından önceki dönemde, Almanya’da İradi Ceza Hukuku (Willensstrafrecht) adını alan bir fikir hareketi kök salmıştır.  İtalya’da az da olsa yankı yaratabilmiş olan İradi Ceza Hukuku eğilimi, otoriter rejimlerin adeta felsefi temelini (…) oluşturmuştur.
 
İradi Ceza Hukuku görüşünde, kusurluluk, hukuka aykırılık unsuruna galebe çalarak; özellikle siyasi suçlarda fikir ve niyetin bir suretle belirmesi – bu belirmenin, sonucun gerçekleşmesi bakımından elverişli olup olmadığına bakılmaksızın – failin cezalandırılmasına yol açar. (Dip not 18: Nitekim Nazi diktatörlüğü sırasında tecavüz veya zararı meydana getirmeğe hiçbir suretle elverişli olmasa dahi, suçlu bir iradenin açığa vurulması, suçun tamamlanmış sayılması için yeterli idi.Bk. Bettiol. Aspetti Politici del Diritto Penale Contemporane, Palermo, 1953,41) Fail, sadece iradesi dolayısıyla ve iradenin çerçevesi içinde cezalandırılır, ancak - bu noktada objektif sorumluluk esaslarından yararlanmaktan çekinmeyerek – hukuka aykırı bir durumda bulunmak bilincinin varlığı yeterlidir. (…) Ceza hukukunda liberal ve otoriter akımların çarpıştıkları bu konuda tutulacak en doğru yol, çağdaş Ceza hukukunun “kusursuz suç olmaz” ve “kimse düşüncesinden dolayı cezalandırılamaz” prensipleri arasında kurmayı başardığı dengeyi esaslı bir şekilde kurmaktan ibarettir.” (Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer- Prof.Dr. Sahir Erman. Nazari ve Tatbiki Ceza Hukuku Genel Kısım. Beta Yayınları-Cilt II. Sayfa 199-200)
 
Ceza hukukumuz kusurluluğu suçun kurucu bir unsuru olarak kabul ettiğinden dolayı, bir eylemin suç teşkil edip etmediğini anlayabilmek için kusurlu bir irade ile işlenmiş olup olmadığı araştırılır. Eğer, fail, suça konu edilen eyleminde kusurlu görülmemişse, suç işlenmiş sayılmaz. Yani önceden birçok kez kusurlu hareket etmiş olması bile son yargılanan eylemi bakımından kusurlu sayılarak cezalandırılmasını haklı göster­mez.
 
Kusurluluğun tipik biçimi, "yasanın suç saydığı bir eylemi ve onu meydana getirecek hareketin sonuçlarını bilerek ve isteyerek işlemek iradesi” diye tanımlayabileceğimiz “kast”  olmalıdır.Yasa koyu­cu, kasti suçlar dışında kalan bazı suçlardan da fail, eylem ve hu­kuk kuralı arasında manevi bir bağın kurulabileceğini düşünerek «taksirli» davranışlara cezai bir takım sonuçlar da tanımıştır.
 
Ceza hukukunda Alacakaptan tarafından “diktatoryal”, Dönmezer-Erman tarafından “Nazi diktatörlüğü döneminde ortaya çıkmış” olduğu belirtilen özellikle siyasi suçlarda fikir ve niyetin bir şekilde belirlenmesiyle failin cezalandırılmasına yol açan anlayış günümüzde çoktan terk edilmiştir.
 
1973 yılı Adli Yıl Açılış konuşmasında Prof.Faruk Erem’in sözlerini anımsayalım: “ Hukuk gerçek görevine ihanet etmemelidir. Kandırma aracı hukuk olunca, kandırılan insanın gücü kırılır. Toplum umudunu böyle yitirir. Unutmamalı: Adalette insanlığın geçtiği yolun dönüşü yoktur. Tersine çabalar ömürsüzdür”
 
Adalette insanlığın geçtiği yolda yaşanmış dehşetleri, tarihsel acıları, insan hakları ihlallerini unutmadan Nazi dönemi hukukunun çoktan tarihin çöp sepetine atıldığını unutmayalım.
 
II. Dünya savaşı mimarlarının geçmiş faşizminden; insan haklarının, adaletin ve hukukun korunması için sadece ders alınır, örnek değil.