Yaz geldi, zaman acımasızca geçip gidiyor ömrümüzden. Hafta sonu iki dostumla Ege’ye yaz kaçamağı yaptım. İzmir’in güzellikleri arasında yer alan Sığacık oldu durağımız. Günlerin, ayların karmaşası içinde bunalımlarımızı biraz olsun atmaya çalıştık üstümüzden. Sığacık’ın Kaleiçi’yi gezdik ve halkının Ege’ye has misafirperverliğini yaşadık. Marinasına, henüz kirliliğe yakalanmamış denizine uzaktan bir göz attık. Özetle, iki günlük bir gezi bile yeniden hayatın renklerini ve yaşanası anlarını görmemize yetti. İnsanın insana ettiği kötülükleri, çirkinlikleri, zulmü kısa bir süre için de olsa kafamızın içinden atmayı becerebildik. İnsan eliyle katledilen doğanın izlerine yol boyunca rastlamak da olmasaydı her şey çok keyifliydi diyebilecektim. Sahi, sadece rant için insanlar doğanın bahşettiği böylesine güzellikleri, ağaçları, toprakları, ırmakları yok etmeyi nasıl içlerine sindirebiliyorlar? Türkiye topraklarını doğudan batıya, kuzeyden güneye gezmiş bir yurttaş olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki çok şanslı bir coğrafyada yaşıyoruz. Her bölgenin kendine özgü havası, yaşantı renkliliği, başka hiçbir yerde bulamayacağınız güzellikleri var. Ama ne yazık ki, yıllardır cumhuriyetin kazanımlarını boşlayan, ülkenin kaynaklarını yabancılara peşkeş çeken iktidarlar ve arsız bir siyaset ülkenin güzel insanlarını, emekçilerini, çiftçisini, köylüsünü, işçisini açlık ve yoksullukla terbiye ediyor. Diyebilirsiniz ki, halkımızın bu duruma tepkisiz kalışına ne demeli. Cumhuriyet döneminden bu yana emperyalizmin kucağına oturtulan ‘yalnız ve güzel’ ülkemin insanı, din bağnazlarının ülkeyi uygarlıktan koparma girişimlerine seyirci kaldıkça, günümüzde karşınıza çıkan bu durum çok da şaşırtıcı değil.

Geçen sabah Türkiye İşçi Partisi mMilletvekili, bizim kuşağın da pek sevdiği, yiğit Gazeteci Ahmet Şık’ın feryadına rast geldim internette. Halka sesleniyordu. Mafya, siyaset, medya ve sermaye sarmalına girmiş bu çirkin ortamdan çıkabilmenin koşullarını anlatıyordu. Halklar suskun kaldıkça düzenin değişmesinin mümkün olmadığını, her gün biraz daha insanlığımızı, kişiliğimizi yitireceğimizi haykırıyordu. Ahmet Şık gençliğinden beri haberin özgürlüğü için, halkların haber alma hakkı için mücadele eden, bu uğraşları sırasında polis güçlerine hedef gösterilen yurtsever bir delikanlıydı. Bunun bedelini de iki kez Silivri zindanlarında ödemişti. Günümüzde parlamentoda aynı şevk ve heyecanla insan haklarını savunuyor, iktidarın bireylere, bireylerin temel hak ve özgürlüklere karşı tutumunu eleştirmekten geri durmuyordu.

Bir yandan Sedat Peker’in itirafları öte yandan savcıların bu itiraflar karşısında kamu vicdanını hiçe sayan sessizlikleri doğrusu şaşırtıcı. Kendilerine Millet İttifakı adını veren muhalefet ise yalnızca konuşuyor. Onca belge, onca itiraf muhalefetin eylem alanına girmiyor. Onları da şaşkınlıkla izliyoruz. Bütün bunları okuyan, televizyonlarda, internetlerde izleyen yurttaşlarımız derseniz dinleyip, seyredip alkışlamakla yetiniyor. Ne demişti Pir Sultan Abdal “Uyur idik uyardılar / Diriye saydılar bizi / Koyun olduk, ses anladık / Sürüye saydılar bizi”

Yaza merhaba dediğimiz bir metin oluşturmaya çalıştım. Oysa bizim içinde bulunduğumuz ortamda bunu yapmak olası değil. Yine kurtarıcıma şiire dönmek istiyorum. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Dünyaca” şiiriyle bu hafta da sonlayalım yazıyı. Umudu aydınlık haftalara bırakalım.

Burda, Hindistan’da, Afrika’da,
Her şey birbirine benzemektedir.
Burda, Hindistan’da, Afrika’da,Buğdaya karşı sevgi aynı,
Ölüm önünde düşünce bir

Nece konuşursa konuşsun,
Anlaşılır gözlerinden dediği.
Nece konuşursa konuşsun,
Benim duyduğum rüzgarlardır,
Dinlediği.

Biz insanlar ayrı ayrı kalmışız,
Bölmüş saadetimizi çizgisi yurtların;
Biz insanlar ayrı ayrı kalmışız,
Gökte kuşların kardeşliği,
Yerde kurtların.