Bilgisayarın önüne oturdum.Yazıya dökmek istediğim ne çok duygu birikmiş içimde. Hangisine yer versem bilemiyorum. Nicedir acıyla hüzünle yoğrulan toplumun bireyi olarak ister istemez içinde sevginin, barışın, dostluğun yer almadığı, kuru sözcüklerden, öfkemi yansıtan metinlerden oluşuyor köşe yazılarım. Bir tür hep kendimizi savunma hali. Oto sansür tuzağına düşmeme kaygısı. Kime karşı? İnsanlık onurumuzla oynayan, düşünmeyi, düşündüğünü ifade etmeyi suç sayan, ölümü, öldürmeyi sıradanlaştıran, adaleti görünmez kılan bir egemen güce karşı. Toplumu ayrıştırarak, bölerek yönetme kolaylığına kalkışan bir yönetim biçimine karşı halklarının büyük bölümü asker, sivil darbeleri ile örselenmiş, din temelli algılarla uyuşturulmuş ülkemin insanına da karşı. Sonra düşünüyorum. Gerçekten karmaşık duygular bunlar, içinden çıkılır gibi değil. 

Sizler bu yazıyı okurken,  iktidarın biat ettiremediği biz bir avuç gazeteci Cumhuriyet gazetesine açılan ve ancak tutuklandıktan 267 gününde yargıç karşısına çıkarılan meslektaşlarımızın duruşmalarını izliyor olacağız. Çağdaş demokrasilerde gazeteciliğin suç olmadığını bir kez daha anımsatacağız. İnsanımızın temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini isteyeceğiz. Bu bağlamda OHAL’in kaldırılması gereğine işaret edeceğiz. Yeryüzündeki en değerli varlık olan insana zulmün en büyük kötülük en büyük günah olduğunu yineleyip duracağız. Adil bağımsız yargı uygar bir toplumun olmazsa olmazıdır diyeceğiz. Demokratik laik, eşitlikçi bir cumhuriyet için mücadele etmekten geri durmayacağımızı da açıklayacağız. Cezaevlerinde tutuklu ve hükümlü tüm gazetecilerin özgür kalması için uğraşımızı sürdüreceğiz. Çünkü gelişmiş çağdaş ülkelerde bir gazetecinin bile yazdıkları, çizdikleri yüzünden hapsedilmesi o ülke adına utançtır. 

Gönlümüzden, yüreğimizden vicdanımızdan geçen duygularımız böyle. Peki, sizleri kim dinleyecek derseniz, verebilecek sağlam, net bir yanıtım yok. Ancak Nâzım Hikmet’in “… Kahrolurcasına bedbahtız/Ama asla umutsuz değil” dizelerini sizlere yanıt olarak sunabilirim.

Dedim ya karmaşık duygular içinde aklım. Ölmeye yatan Nuriye ile Semih beynime çakılı, Büyükada’da bir tür rehin alınan insan hakları savunucuları yüreğimi ağrıtıyor. Gel de yazma gel de konuşma, gel de isyan etme…

Yine şiire sığınmak belki biraz soluk aldırır. Bana göre aramızdan erken ayrılan şair dostlarımızdan biridir Sennur Sezer. Usta bir şairdi. Emeğin emekçilerin şairiydi.Bu güzel şiirini birlikte okuyalım:Sabah Türküsü 

Hey!
Bir sabahın üç kapısı var göğe,
Biri umut
Al umudu ver çocuğa büyütsün
Büyütsün de yürüsün.
 
Hey! Hey!
Bir sabahın üç kapısı var göğe.
Biri emek ellerinde ışıyan
Işıt gitsin
Yol boyu
Türesin
 
Hehey de hey!
Bir sabahın üç kapısı var göğe.
Biri korku
Çal yere
 
Emek senin umut senin
Korku ne?
Yeter ki ellerin ellere kavuşsun
 
Sennur Sezer  (Direnç Şiirleri)