Mesleğin çok eskilerindenim.

Lise yıllarında kompozisyon yazmaya olan merakımın, bir gün gazetecilikle kesişeceğini tahmin edemesem de, bir vesile başladığım meslekte 35'inci yıla yaklaştım.

"Alaylı" olarak başladığım meslekte, çok şükür "mektepli" olma onurunu da yaşadım.

30 yılı aşan süreçte, methiyelerle de karşılaştık, yergilerle de...

Plaket, teşekkür belgesi de aldık, küsüp darılmalara, sözlü hakaretlere de maruz kaldık.

Haberlerimizi hazmedemeyenlerin hedefi olduk; fiziki saldırıya uğradık, hatta elini beline atıp canımıza kastetmeye çalışanlarla da karşılaştık.

Çok şükür, sağ salim bugünlere geldik.

Mesleki heyecanımızı hiç kaybetmedik.

Zaman geçtikçe, mesleğin temel ilkelerini, etik değerlerini ve kamu yararını gözetmeyi daha çok özümsedik.

Hatta, içimize işlettik.

Tabi, bir-çok alanda olduğu gibi, basın sektöründe de, gelişen teknolojiyle kolaylaşan çalışma ortamına rağmen temel ilkeler ve etik değerlerden gittikçe uzaklaşıldı.

Evet, eskiden, özellikle küçük yerleşim birimlerinde, eleştiriye ve demokrasiye olan tahammülün yeterince oturmamasından dolayı yaşadığımız sıkıntılar vardı.

Bugün olduğu gibi, eskiden de herkes övülmeyi isterdi.

Olumsuz eleştiriler, kişi, kurum veya kuruluşların hoşuna gitmeyen haberler, küslük, dargınlık, sözlü veya fiziki saldırıya sebep olabilirdi.

Ama, karşılıklı güven vardı, mertlik vardı.

İstisnalar dışında, haber konusunun kaydına bile gerek duyulmazdı; hiç kimse söylediğini inkar etmezdi.

Tutulan not, haber oluşturmak için yeterliydi.

Gazetecilerin ilk planda gözettiği, gözetmek zorunda olduğu, "kamu yararı" denilen, yerleşik, özümsenmiş bir kavram vardı.

Fikir yazıları, haberler "kamu yararı" gözetilerek hazırlanırdı.

O zamanlar, biz haberlerimizi, köşe yazılarımızi daktilo ile yazardık.

Çok sayıdaki yazımı, "Bunda kamu yararı yok" diyerek, kağıdı daktilodan çekip yırttığımı bilirim.

Meslek etiği, meslek ilkeleri vardı.

Basın kuruluşlarının geliri sattığı gazeteler, reklamlar ve ilanlardı.

Basın kuruluşları, gazeteciler, istisnalar dışında yazdıkları veya yazmadıkları haberleri, fikir yazılarını, mesleki çalışmalarını kişisel ve kurumsal çıkarlara tahvil etmezlerdi.

Abone sayısını çoğaltarak , hem geliri artırmak, hem de daha çok kitleye ulaşmak temel hedefti.

Mesleki yardımlaşma ve dayanışma vardı.

Zaman zaman gruplaşmalar yaşansa da, yardımlaşma ve dayanışmanın ihmal edilmediği tatlı bir rekabet, kamuoyu gündemini oluşturma yarışı vardı.

Samimiyet vardı, samimiyet...

İçtenlik vardı...

Basın kuruluşlarımızın kuruluş yıldönümlerinde gönderilen kutlama çiçekleri, kutlama ziyaretleri en mutlu olduğumuz, heyecanla beklediğimiz günlerdi.

Mertlik vardı.

Kavga yapılacaksa mertçe yapılır, arkadan iş çevrilmez, kimse kimsenin paçasından çekmek için, birbirinin peşine düşmezdi.

İstisnalar yok muydu?

Elbette vardı.

Ama, mesleki ilke ve etik değerlerin hakim olduğu, mesleğin dışında olanların da bunu benimsediği genel bir anlayış vardı.

Kabul edelim ki, birçok meslek dalında olduğu gibi, gelişen teknolojiye bağlı çok kolay çalışma ortamına rağmen, basın da kısmen yozlaştı.

Aslında, gelişen teknoloji ve sosyal medya mecralarıyla beraber, herkes fahri “haberci" olma fırsatını yakaladı.

Kimse sesini duyurmakta güçlük çekmedi.

Profesyonel basın emekçileriyle, gönüllü sosyal medya habercileri birbirine karıştı.

“ Klavye delikanlılığı” denilen bir kavram ortaya çıktı.

Sosyal medyadaki her bilgi, haber gibi algılanmaya başladı.

Gündemi, basın kuruluşları değil sosyal medya belirler oldu.

Haber almak, haber vermek kolaylaştı.

Bu durum, halkın haber alma özgürlüğünü sonuna kadar kullanmasını sağlarken, ciddiyeti, haberin en doğru şekilde sunumunu, sorumluluğu da ortadan kaldırdı.

Kişi ve kurumların itibarı, klavyenin insafına kaldı.

Buna, “teknolojinin cilveleri" de diyebilirsiniz.

Evet, bugün 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü.

Ne kadar olabiliyorsa...

Kutlu olsun.