Her şey çok masumene başlamıştı. Kendilerini muhafazakar diye tanımlayan bir siyasi parti 2002’de iktidarın geldiğinde,  bir türlü ulaşmayı beceremediğimiz demokrasiye bu kez kavuşacak olmanın heyecanı vardı. Sonraları  umulan çağdaş bir anayasa  yapılamadı.1981 anayasası  kimi yamalarla  demokrasiye uydurulmaya çalışıldıysa da dikiş tutmadı. Yetmez ama evetçi  liberaller yine de desteğini esirgemedi iktidardan.Henüz  demokratik  açılımından umut kesmemişlerdi.Ta ki  iktidar partisi giderek bir tek adam partisi haline dönüşene kadar.Bundan sonrası  yaşayıp gördüklerimiz.Düşünceyi ifade özgürlüğünün,yargı bağımsızlığının olmadığı, kamuoyunun gerçekleri öğrenme haber alma kanalların tıkandığı,anayasadan kaynaklanan eleştiri haklarını kullanan gazetecilerin,yazarların ,bilim insanlarının  tutuklandığı   yıllarca süren sancılı bir  süreç. Gelinen noktada artık  iktidarın tek adamlı bir yönetim  olduğu belgelenmiştir. Din temelli  bir toplum oluşturmanın projeleri  ard arda  gerçekleştirilmeye başlanmıştır. Yeni sistemde sendikalar  hemen her iş kolunda  emekten yana iktidardan yana   olanlar şeklinde  bölünmüştür. Yasa dışı çalıştırma, taşeronluk başını alıp gitmiştir. İktidardan yana taraf olmayanın bertaraf edildiği tehlikeli  bir döneme girilmiştir. Böylece masumene başlayan inanç özgürlüğü, şimdilerde iktidarın, devletin baskı  aracı haline gelmiştir. Bir zamanlar mahalle baskısının tartışıldığı Türkiye’de  artık korku iklimi var. Nerede; o mahalle baskısı da neymiş diye iktidar partisini savunan akademisyenler, sosyologlar, ünlü gazete yazarları… Sahi neredeler? Diyanet  yurttaşların hal ve tavırlarını, içeceklerini fetvaları andıran açıklamalarla yönlendiriyor. Camilerde hutbelerde kadınlara dayak yedikleri, şiddet gördükleri kocalarına saygılı olmaları öğütleniyor. İktidara iliştirilmiş köşe yazarları da  kadın evinde oturmalı, çocuk  doğurmalı kadın erkekle fıtrattan eşit olamaz gibi  akla ziyan yazılar döktürüyorlar. Sonuç 10 yıldan bu yana kadına şiddet arttı, kadın cinayetleri gazetelerin rutin haberleri arasına girdi. Üstelik dayak mağduru kadınlar kolluk güçlerinden destek görmüyorlar. Çocuk tacizlerinde de  yine büyük artış var. Bütün bunları yazmanın, kafalar değişmedikçe, insan hak ve özgürlüklerinin  anlamı, önemi bu ülkede kavranmadıkça bir işe yaramayacağını biliyorum. Ama yine de yazıyorum. Çünkü çok kızgınım. Tarsus’ta üniversite öğrencisi Özgecan  Aslan’ı öldüren aşağılık canilere kızgınım. Yurttaşını koruyamayan devlete kızgınım. Sosyal medyadaki  gönderilere baktıkça toplumda ne kadar çok sapık, ne kadar çok ırkçı  varmış da  ayırdında değilmişim diye kendime kızgınım. Bu iğrenç cinayeti bile savunmaya kalkışan kimi utanmaz insanların kendilerini gazeteci ve yazar diye tanıtmalarından ötürü çok ama çok kızgınım. Ve kadınlarımız. Tarsus’ta, Türkiye’nin pek çok ilinde alanlarda toplanarak Özgecan’ı andığınız, cinayetleri  lânetlediğiniz, kadınlığın gücünü yiğitliğini kanıtladığınız için sizlerle gurur duydum. Hayatı boyunca çağdaş, eşitlikçi, emeğe saygılı bir toplum için uğraş veren bir gazeteci ve yazara bu gururu çok görmeyin.