Açlık grevleri, benimsenmeyen ama direniş hakkını kullananlar için önemli bir eylem biçimidir.  Tıp dilinde anoreksiya, yani yemeği reddetme hali hastalıktır. Açlık grevinin siyasal bir eylem biçimi olarak kullanılmaya başlaması hekimlerin ve psikologların dikkatini çekmiştir. 

 

Açlık grevi; bir kişi, kurum ya da bir fikir ile mücadele amacıyla aç kalınarak yapılan pasif direniş olarak tanımlanıyor, karar veren kişinin bu kararı kendi özgür iradesiyle aldığı kabul ediliyor. Dünya Hekimler Birliği’nin (1992) Malta bildirgesi ile Türk Tabipleri Birliği’nin 1990 ve 1994 yıllarında yayınladığı genelgelerde yer alan görüşe göre; hekimin bu karara saygı duyması ve tıbbi yardım yapmaması beklenmektedir. Hastanın tedaviyi reddetmesi temel bir hak olarak kabul edildiği için hekimin hastanın bu arzusuna saygı göstermesi gerektiği savunulan görüşlerden birisidir. Ancak anoreksiya tanılarda açlık grevinden söz edilememektedir (A.Evrensel, turkpsikiyatri.com/Data/UnpublishedArticles/839496.pdf).

 

Türkiye’nin kanayan yarası cezaevlerinde açlık grevleri sürekli tartışma konusu olacaktır 

 

1982 ve 1984’te Diyarbakır, 1984’te İstanbul, 1989’da Eskişehir ve Aydın cezaevlerinde ve 1996 yılında cezaevlerinde görülen açlık grevi ve ölüm oruçları cezaevi koşullarını duyurmak için başvurulan eylem biçimlerinin başında gelir.  Cezaevleri için uygulanmak üzere “6 Mayıs genelgesi" yayınlanarak “yüksek güvenlikli” F tipi hapishaneler için ilk adım atılmıştı.   

 

Herkesin aklında kalmıştır… Avukat Behiç Aşçı, 5 Nisan 2006’da önce açlık grevine başlamış sonra da ölüm orucuna yatmıştı…  "F Tipi Yüksek Güvenlik Kapalı Cezaevleri" ile birlikte benzeri diğer cezaevlerinde yürürlükte olan "infaz modeline" dikkat çekmek istiyordu. Bu sorunu tartışmanın başka bir yolu olmalıydı! Herkes, ölüm orucu ve açlık grevi yapmadan da toplumu ilgilendiren bir sorunun konuşulabileceği fikrindeydi.  Acaba başka mücadele yöntemleri olamaz mı diye soruyordu insanlar…

 

Güncel Hukuk Dergisi'nin Kasım 2006 sayısında yayınlanan "Kendi sesimi duyamıyorum" başlıklı söyleşide Behiç Aşçı demişti ki; " Ortada bir tecrit sorunu var. Burada asıl konuyu tartışmak gerekir. Tecrit herkes tarafından tartışıldığında sorun çözülür ve ölüm orucu yapmaya da gerek kalmaz. Onu yaratan bir sorun var. Doğru, yaşamlar üzerinden konuşuyoruz ama aynı zamanda tecritteki insanların da yaşamı var" (BİAnet. 11.12.2006. F.İlkiz). Bir avukatın "ölüm orucunu" bitirmesini istediğimiz yıllarda; bu eylem kaçımızın dikkatini çekmişti?

 

Kaçımız, kendi sesimizi duyabiliyoruz?  Depremlerde yıkıntılar arasından çıkarılarak kurtarılanların anlattıkları unutuldu mu? Sanki etraf zifiri karanlık, ışıksız. Işık yok, su yok! Hava gittikçe azalıyor, nefesler kesiliyor gibi ve sanki hayat daralıyor. Birileri, birilerini dışarıdan gelip kurtarmalı mı?  Ne farkı kaldı "dışarıdakilerin" hapiste “tutulan” içeridekilerden! Birbirimize seslerimizi duymaya çalışmak ne kadar zormuş meğer!

İşitirsek, yaşarız.

 

Daha dün, ölüme yatan Avukat Behiç Aşçı hayatı arıyordu. Depremden sonraki tanıklıklarımız gibi yıkıntılar arasında hala hayatta kalan varsa onları kurtarmak için ölümün kıyısından sesleniyordu: "Orada kimse var mı?" Duyuyor musunuz?

 

Nuriye Gülmen öğretim görevlisi ve Semih Özakça öğretmen… İkisinin de görevlerine KHK ile son verildi. Aşsız ve işsiz kaldılar… Kimse bu mağduriyetlerle karşılaşmasın diye son çare olarak seslerini duyurmak için aç kalmaya karar verdiler. 2016 Kasım ayında sivil itaatsizlik eylemine başlarken  “Bugün yaşamaya ve anlatmaya değer hikâyeler yaratma sırası bizde. Tarih bizi sahnesine davet ediyor.” dediler.  Açlık grevinin 27 inci gününü notladılar ve şöyle yazdı Gülmen; “Açlık sürüyor. Bugün, 27. güne döndük. Arkadaşlarımız açlık grevimizi anlatmak için halka seslenirken, kaç gün aç kalabilirsiniz, diye soruyorlar. Onlar bu soruyu sorunca aklıma hep açlıktan ölen bebekler; açlık, yoksulluk sınırında yaşayan milyonlarca insan geliyor. Açlık, bu halka hiç de yabancı değil, diye düşünüyorum. Açlığımız bizi hem adalete hem de bu toprakların gerçekliğine bir adım daha yaklaştırıyor. Direnişimizin 147. açlık grevimizin 27. gününde çiçekli anıtımızın önündeyiz. Bekleriz. Direnişimizin sıcaklığı, açlığımızın coşkusuyla kucaklarım herkesi. Sevgi ve selamlar,  Nuriye”

 

Açlık grevinin 75. günündeyken gece yarısı evlerine yapılan baskınla gözaltına alındılar ve sonra tutuklandılar… Ne gariptir ki, "F Tipi” “Yüksek Güvenlik Kapalı Cezaevinde”ler.

 

Sivil itaatsizlik, insan içindir. Direnme ve başkaldırı hakkı, sivil itaatsizlik, eşitsizlik ve adaletsizlik yaratan sorunların giderildiği bir demokrasinin kurulması için; hukuk devletinde hak olarak tanınmalıdır.

 

Akademisyen Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakçayı gördüm ve bir kere daha öğrendim… Muhteşemdiler ve başkaldırıyı biliyorlar! Bu kadar yıkıntının arasında onlar açlığın ve ölüme yatmanın kıyısından seslendiler:

 

"Orada kimse var mı?" Duyuyor musunuz?