Devletin “siyasal menfaatleri” en üstün menfaat olarak kabul edildiğinden devletin korunması anlayışı değişmiyor. Değiştirmeliyiz. Devlet kavramı ile toplumun yapısal, ekonomik, siyasal değişimlerinin arasında birbirini derinden etkileyen sıkı bağlar vardır.

Türkiye’nin “monarşiden cumhuriyete”, “teokratik devletten laik devlete” geçişleri devlet yapısını değiştirmiştir. Cumhuriyet rejiminin kuruluşuyla birlikte gelen hukuk düzen toplumsal değişimlerin önemli bir sonucudur. 20 Mart 1976’da Sayın Çetin Özek’in açık anlatımıyla; “Ne kadar güçlü ve dayanıklı olursa olsun, bir yasanın bunca toplumsal değişim içinde etkinliğini ve geçerliliğini sürdürmesi zordur. Değişen dünyanın genel koşulları ve ülkenin özel nedenleri, elbette ki Türk Ceza Kanunun da etkilenmesine yol açmıştır.(…) Toplumsal ve siyasal değişim ve gelişmelerden en çok “devlete karşı suçların” etkilendiği bir gerçektir. Toplumsal ve siyasal değişimler, devletin anlaşılışını, kavramın içeriğini, devlet – kişi ilişkilerini tümden değiştirmektedir” ( Devlete Karşı Suçlar).

Ceza kanunları ve siyasal suç kavramı da toplumsal değişimlere göre değişmiştir.

Devletler, siyasal iktidarlar, hükümetler ve rejimler; otoritelerini sürdürmek amacıyla ceza kanunlarına sığındılar. Ceza hukukunu cezalandırma aracına dönüştürdüler. Kazandıkları güç ve otoritelerini değişen toplumsal ilişkilerden ve yeni değerlerden etkilenmesini önlemek amacıyla siyasal iktidarlarını devlete karşı suçları çoğaltarak tahkim ettiler.

Mutlaka bir ceza davasının sanığı olmak veya yargılanmak şart değildir. Acaba açılmış olan bir ceza davası sizi nasıl etkiliyor? Tıpkı hakkında düşüncelerinden dolayı yargılanan ve niyet okumalar üzerine kurulu ceza davalarında mahkûm edilen insanlar gibi sarsılıyor musunuz? Türkiye’de uzun yıllardır ceza kanunları ve uygulamaları toplumu derinden sarstı.

Sarsıntı, sürüyor!

Sarsılmışların dayanışması mümkündür.

Ülkenin siyasi otoritesinin meşruluğunu sorgulayan muhalifler (dissident) otoritenin çizdiği sınırlar içinde kalarak hukuk, özgürlük, adil bir toplum ve adalet yerine; sınırlandırmaların dışında muhalefet yaratan, insan haklarını koruyan ve sorgulayanlar olmalıyız. (Şan, Emre. Patocka ve Sarsılmışların Dayanışması, Yaralanabilirlik, Cogito Sayı 87. Sf. 98.Yaz 2017 YKY.)

Özgür ve adil bir toplumun sağlanmasında arayacağımız politik ortamının gerçek temeli, politik öznelerin devamlı mücadelesinden geçiyor. Toplumun demokratik yapısının özgürleştirici potansiyelini ortaya çıkarmaktır asıl mesele…Neden? Emre Şan, sarsıcı yazısında bu sorunun yanıtını Patocka’nın görüşüne dikkat çekerek veriyor: “Patocha için önemli olan bu mücadeledir. ‘Söz konusu olan özgürlüğün içsel dramını anlamaktır. Özgürlük ‘mücadele’ bittikten sonra başlamaz; aksine onun yeri bizzat mücadelededir. Özgür insanlar özgür olmaya devam etmek için sürekli mücadele içinde olmalıdır”.

Böyle bir mücadele içinde olmak için sarsılmışların politikası üzerinden dayanışmasını sağlamak pekâlâ mümkündür. Düzene uygun hukukun adaletsizliklerine öfkelenen ve bu düzen karşısında karşı tavır alan politik ve hukuki muhalifler; kısaca dissidentler olabiliriz!

Başta ceza kanunları ve özgürlük mücadelesini sorgulamaya başlamalıyız!

Otoriter rejimler içinde yaşayan dissidentler olarak iktidarın ideolojisine, hukuk politikalarına karşı sarsılmışların dayanışmasını yaratmaya çalışmalıyız.

Ama önce dissident olana kadar muhalif olduğumuzun bilincine varmalıyız.

  1. düzenlerde dissident olmak risktir. Bedeli vardır, acılara katlanmalısınız.

Böyle bir mücadelede yaralanabiliriz. Ama yaralanmamız, adalet, özgürlük ve insan hakları için mücadelenin anlamı ve bu uğurdaki politik eylemin bir parçası olacaktır. Gücümüzü insan haklarına karşı gösterilen hak ihlallerini dışlamaktan almalıyız.

Nefretle yola çıkamayız. Haksızlığa karşı öfkelenmemizin adalet ve hukuk adına bir değeri ve ceza kanunlarını değiştirmenin, özgür ve adil bir toplumu sorgulamanın bir anlamı olmalıdır.

Özgürlük ve insan hakları bizzat ve sürekli mücadele gerektiriyor. Böyle bir mücadeleye başlamak her şeyden önce etiktir ve olmalıdır…

Bu bağlamda Çek filozof Jan Patocka’nın “sarsılmışların dayanışması” teorisinden (Şan, Emre.age) esinlenerek, haksızlığa uğrayan sarsılmışlarla beraber ortaya koyacağımız dayanışmayla ister hukuk yoluyla, isterseniz sivil itaatsizlik eylemleriyle ve politik mücadeleyle insan haklarına dayalı demokratik hukuk devletini, özgür ve adil bir toplumu yaratabiliriz; yaralansak bile…Hayat bu mücadeleyi sürekli kılmaya değer!

İnsanlar ceza davalarının sarsılmışları, düşmanlığı körükleyenlerin dinleyicisi, küfürlerin, kızgınlıkların muhatabı olmaktan bezgin, yorgun ve şikayetçi! Etrafımızı saran düşman ceza hukuku anlayışı kök salmayı sürdürüyor. Yargıya olan güvenin çoktan yitirildiği zamanlardayız. Güvencesiz, hukukun olmadığı bir ortama sürüklendiğimiz acı bir gerçek… Gerçeği biliyoruz! Biliyorsak; doğru bildiğimiz neyse tartışarak ve konuşarak anlaşmalıyız. Sonra da düşüncelerimizi kamuoyuna duyurmalıyız, sarsmalıyız…

İnsan haklarını sürekli hatırlatmalıyız. Belki de insan haklarının sonudur, kim bilir?

Ama bizler bilmeliyiz!

  1. toplumu ve insanları birbiriyle kavgalı hale getiremez. Adalet nefret yaratmaz, önler. Hakikat içinde yaşamak imkânı vardır. Ceza hukukunu “düşmanca” kurgulayan ve yurttaşlara sürekli tuzak kuran otoriter anlayışlar reddedilmelidir. Birini iyi, diğerini kötü, birini bizden, diğerini bizden değil anlayışıyla öteleyen yeni hukuk düzeninin zihniyetine göre kanun yapılmaz, haklar korunamaz, adil ve özgür bir toplum kurulamaz.

Sarsıntıları sürdürerek iktidarlarını ve otoritelerini korumak isteyenlere karşı; sarsılmışların dayanışması çok kıymetlidir.

Başlayalım… Başlangıçlar, geç değildir.