Futbol maçlarının fanatik seyircilerinin ürkütücü sloganlarından biri. Dürüstlüğü, hakkaniyeti, ahlakı ayaklar altına alan faşizan bir tezahürat biçimi. Gençlere bilinçli ya da bilinçsiz bu tür sloganları kimler aşılar bilemiyorum. Kesin olan şu ki böylesi söylemler yalnız sportmenliğe ters düşmekle kalmıyor, gençleri kutuplaşmaya da itiyor, kendilerinden olmayanlara karşı nefret duyguları besleniyor.

Kabul etmeliyiz ki hastalıklı bir toplum olduk. Kavgasız, cinayetsiz geçen günümüz yok. Kadına, çocuklara şiddet, cinsel istismar da eksik değil. Bu duruma sosyal bilimciler ne der bilemem ama bana kalırsa toplumun böylesine birbirinden kopuk hale gelmesinde siyasetçilerin parmağı var, özellikle de siyasetteki lider figürlerinin.

1950’lerde ilk iki yıl demokrasicilik oynadık. Ardından Menderes’in tahkikat komisyonları ve vatan cepheleriyle halkı “benden, senden” diye ikiye böldüğü dönem başladı. Ülkede demokrasinin salt adı kaldı. 60-70’li yılları darbeleri, darbe girişimlerini hep biliyorsunuz zaten. Günümüzde de demokrasiyi topluma yerleştirmek amacıyla iktidara gelen AKP’nin de demokratlığı iki yıl sürdü. O tarihten günümüze giderek totaliter bir yönetim olma yolunda adımlar atıldı. Yine hep bildiğiniz gibi şimdilerde tek adamlı, tek partili bir yönetimle Türkiye’yi ileri demokrasiye (!) götürecekleri vaadinde bulunuyorlar. Ve elbette Demokrat Parti döneminden kalma alışkanlıklarıyla halklar için böl-yönet sistemini uyguluyorlar. Yalnız haklar için değil tabii, aynı zamanda bağımsız ve özerk olması gereken kurumlar için de. Mesela son takıntıları Barolar. Adalet mekanizmasının taraflı işlediği bir ülkede şimdi bireylerin savunma hakkını da yok etmek istiyorlar.

Gazetecilerin meslek örgütlerini böldükleri yetmezmiş gibi şimdi halkın haber alma, gerçekleri öğrenme, bilgilenme hakkının da önünü kapamaya çalışıyorlar. Düşünceyi ifade özgürlüğünü içeren her türlü söylem, yazı ve çiziyi suç sayıyorlar.

Parlamentoda muhalefetin sesini daha da kısmak için iç tüzüğü değiştirmeye kalkıyorlar. Özetle iktidar erkinin benimsemediği hiçbir fikre tahammülü yok. Bu yüzden de ülke adaletin, hukukun işlemediği kocaman bir cezaevine dönüşüyor. Bu iktidar, din odaklı yeni bir nesil oluşturacağız iddiasındaydı. Ama görülüyor ki o yeni nesil irdeleyen, sorgulayan bir gençlik değil ezberci bir nesil.

Bu bölünme toplumu nereye götürecek? Cumhuriyetin tüm kazanımlarını mimarisinden kültürüne kadar ortadan kaldırmaya uğraşan bir iktidar var. Şanslı bir iktidar. Çünkü ana muhalefet partisi de bu siyaset cangılında görevini yapacak bir nitelik, bir cesaret taşımıyor. Tersine kimi davranışlarıyla iktidarın önündeki engelleri aşması için yollarına taş döşüyor.

İşte böylesine bir yozluk içinde savrulan işsiz, güçsüz, eğitimsiz gençlerin faşizm içeren sloganları benimsemesi pek de zor olmuyor. Onun için kendimden olmayanların vurulması, parçalanması onlar için bir şey ifade etmiyor. Yeter ki kazanan tarafta olsunlar. Maça giderken bile savaşa gider gibi “Ölmeye ölmeye geldik!” diye bağırıyorlar. Yaşam hakkının nedenli değerli olduğunu bilmediklerinden…

Ülkenin şimdilik görünen manzarası bu, değişir mi? Değişecek elbet. Gereken ise sosyal demokratları, sosyalistlerin, aydınların güç birliğinde. Halkların uyanabilmesi için daha çok çaba harcamalarından geçiyor. En azından ben böyle düşünüyorum.

Yazıyı Brecht’in dizelerine kulak vererek sonlayalım. “Gönüllü Gardiyanlar” Türkçeye aktaranlar A. Kadir-Asım Bezirci.

Çalıştım çabaladım, sonunda kitaplarımla

kendime gönüllü gardiyanlar yarattım.

Her şeyin satıldığı bu şehirde

beni gözlüyorlar durmadan.

Zengin evler, ilginç konutlar

sanki yasaklanmış bana

Görmeye hakkım yok bazı kişileri,

Onlarla işim olduğunu ispatlasam bile hakkım yok.

Çağıramam onları evime, yasak.

Ne zaman satın almak istiyorum desem

bir iki koltuk, bir güzel masa,

kırılırlar gülmekten.

Bir pantolon almak istesem

işte, derler, ayağında var ya…

Beni aralıksız kolluyorlar.

Yüzüme şunu söylemek için:

Satılmayan biri var

Bu şehirde, biliyoruz.