Toplum belleğimizin zayıf olduğunu yazar-söyler bazı sosyal bilimciler. Uzun yaşam sürecinden geçmiş bir kişi olarak benim de katıldığım bir görüştür bu. Yaşanan coğrafyada öylesine çok trajik olaylar, öylesine onulmaz ölümler, acılar gerçekleşmiştir ki, insanların bu olayları unutabilmesi, aradan geçen sürelerde hiç olmamış gibi belleğinden silmesi inanılmaz geliyor bana. 1955 6-7 Eylül tarihi de bu tür dramlardan sadece biridir. O tarih aynı zamanda İstanbul’da, İzmir’de insanın insana reva gördüğü kıyımların da somut bir görüntüsüdür. Derin devlet o gün bir gazete manşetiyle İstanbul’da yaşayan azınlıkların yaşamını bir kâbusa çevirmiştir. Şimdilerde gazetelere, ekranlara baktığımızda o dönemin en küçük bir izine rastlamıyorsunuz. Tersine o operasyonu gerçekleştiren Demokrat Parti’yi öven konuşmacıların, yazarların başka bir tarih yazmakla, yeni bir siyasi algı yaratmakla meşgul olduğunu fark ediyorsunuz.

İstanbul’da Çemberlitaş’ta doğmuşum. Çocukluğum, ilk gençliğim Çemberlitaş, Çarşıkapı, Beyazıt çevresinde geçmişti. O dönemlerde bizim mahallelerde Rum, Ermeni, Yahudi, Kürt, Acem ve Bulgar göçmenleri yaşardı ve elbette bizler… Çocukluğumun en mutlu anları hep bu mahallede yaşadıklarımla kazınmıştır belleğime. Gedikpaşa’da oturduğumuz evin karşısında Artin’ler otururdu. Artin en sevdiğim arkadaşımdı. Artin bizim eve gelir ben onların evine giderdim. Artin’in gümüş saçları ve güleç yüzüyle bir iyilik perisi gibi dolaşan annesi bu yaşımda da gözümün önünden gitmez. Küçük yaşta babamı yitirdiğimde beni ilk teselli eden insanlardan biriydi Artin’in annesi. Bana arkadaşlık etsin diye sonradan da çok seveceğim kedimi de o hediye etmişti. Komşuların birbiri ile yardımlaşması, mahallede yaz kış ortak eğlenceler düzenlenmesi, komşularla sokağa atılan sandalyelerde geç saatlere kadar süren muhabbet adeta Fellini’nin filmlerinden alınmış kareler gibiydi. Sonra uğursuz gün geldi 6-7 Eylül. Bütün mahalle ne yapacağını şaşırdı. Kışkırtılmış ırkçı bir topluluk Çarşıkapı’dan Kumkapı’ya önüne geleni yakarak, yıkarak aşağıya iniyordu. Biz gençlere evden çıkmak yasaklanmıştı. O tarihlerde henüz lise öğrencisi olmalıyım. Evden çıkmak, arkadaşlarıma ulaşmak istiyorum. Ama Makedonya’da iç savaş deneyimi geçirmiş büyük dayım dışarı çıkmama izin vermedi. Çok kötü bir gün ve gece geçirdik. Ertesi gün mahallemizin güzel insanları erkenden çekip gitmişlerdi. Bizim aile de çok geçmeden Gedikpaşa’dan taşındı.

İşte böyle sevgili okur. Diyeceksiniz ki o saldırganlığı yapan zorbalar ceza görmedi mi? Devlet bir soruşturma açtırdı elbet. Önce her musibetin altında solcular olur felsefesiyle solcu düşün insanlarını, yazarları toplamaya kalkıştılar. Sonra talana karışanlara dava açıldı ama ne yıkılan evler ne o güzel insanlar artık yoktu. O insanlık mozaiği güzel mahallem ayakkabı imalatçılarına verildi. Ihlamur, at kestanesi, akasya ağaçları yok edildi. Hiçbir dostuma bir daha ulaşamadım. Ne Garo’ya, ne Artin’e, ne Boğdan’a, ne Varujan’a, ne de Josef’e. Çocukluğumun o kareleri sadece bir düş olarak kaldı belleğimde.

Yaşadıkça insan eğer görmek istiyorsa çok şey fark ediyor. Doğru dersler çıkarıyorsa insanların kardeşliğinden kimseye zarar gelmeyeceğini, en büyük felaketin ise savaş olduğunu öğreniyor. Köken ayrımcılığının, cinsiyet ayrımcılığının, ırkçılığın toplumlara faşizmden başka bir şey getirmediğini de anlıyor. Şimdilerde yalnız Türkiye’de değil hemen dünyanın pek çok ülkesinde Covid-19 salgınıyla koşut ırkçılığın da giderek önemli bir hastalık olarak arttığını söylemek gerekiyor. Bütün bu felaketleri aşmanın tek yolu içinde debelenip durduğumuz cehaletten kurtulmak. Bilimin izinde insanların kardeşliği ile elele yol almak. Başka bir çıkar yolun olduğunu sanmıyorum.

Yazıyı Jacques Prévert’in bir şiiriyle sonlayalım. Sabahattin Eyüboğlu’nun çevirisinden okuyalım. “Bulutlar”

“Yün örgümü almaya gittim
Oğlak geliverdi ardımdan
Boz beneklisi
O korkmuyor büyüğü gibi
Daha çok küçük de ondan.”
Kız da küçük küçük olmasına
Ama bir şey başlamış içinde konuşmaya
Dünya kadar eski bir şey
Şimdiden
Korkunç şeyler biliyor
Biliyor ki örneğin
Korkmak sakınmak gerek
O keçi yavrusuna bakıyor
Keçi yavrusu ona
Ağlayacak nerdeyse kızcağız
O da benim gibi
Diyor
Biraz ağlamaklı biraz sevinçli
Sonra birden gülüveriyor kızın yüzü
Alabildiğine
Ve yağmurdur boşanıyor”