15 Mayıs 1961’de Demokrat Partili vekillerin “Anayasa ihlali davaları” Yassıada’da görülmeye başlanmıştı. Dönemin usta polis muhabirlerinden biriydi Özer Öztep. Hem Özer’i hem de eşi Gül ablayı çok severdim onlar da beni. Özer Öztep bir gün, “Bak davalar başlıyor seni Yassıada’ya götüreyim” dedi. Heyecanla “Sevinirim” dedim. Güneşli bir mayıs günü Yassıada’ya gidecek özel vapura ben de Özer’in konuğu olarak bindim.

Gazeteciler vapurun üst güvertesindeki açık bölüme oturmuşlardı. Çoğunu ilk kez yakından görüyordum. Yine o yıllarda herkesin evine en az bir gazete girdiği için ünlü köşe yazarlarını hemen tanımıştım. Bu arada yazı ve röportajlarını okuduğum Yaşar Kemal’i de… Yaşar Kemal’i yakından ilk görüşümdü. Üzerinde bir yelek, yüzünde muzip bir ifadeyle yerinde duramayan bir havada sağa sola koşup duruyordu. Vapurun üst güvertesindeki gazetecilerin hemen her biri Yaşar Kemal’le şakalaşmak için yarışıyorlardı sanki. Yaşar da yüzündeki o çocuk saflığı ifadeyle herkese cevabını yapıştırıyordu. Vapur Yassıada’ya yaklaştıkça hemen hemen tüm izlemeye gelenlerde, özellikle gazetecilerde heyecanlı bir havanın estiğini görmemek olanaksızdı. Doğrusu o güne dek gazeteci olmayı hiç düşünmemiştim. Ama ikinci kez Yassıada’ya gittiğimde içimde yavaş yavaş bir gazetecilik kıpırtısı duymaya başladım. Ve yine Özer Öztep’in aracılığıyla aynı yılın sonbaharında Son Posta gazetesine stajyer muhabir olarak adım attım.

Yaşar Kemal’le sonraları yollarımız çok kesişti. Ülkenin yetiştirdiği en iyi röportaj gazetecilerinden biriydi Yaşar Kemal. Sonraları öykü ve romanları yayımlanmaya başladı. Özellikle kitaplarında uzun uzun yer verdiği doğa betimlemeleri, benim gibi o zamana dek Anadolu bozkırını ve özellikle de Çukurova’yı görmeyen biri için çok ilginç geliyordu. Sonraları TRT’ye girdiğimde Yaşar Kemal’le daha çok görüşür olduk. Eşimle yürürken Beyoğlu’da rastlaştığımızda “Kürdün kızı ne haber” diye laf atardı karıma. Çünkü karımın babası Adıyamanlı Operatör Dr. Kamil Kırıkoğlu onun da yakın dostuydu.

Derken Türkiye’de sık sık olduğu gibi siyasi havalar yine bozulmaya başladı. Arkasından 12 Mart darbesi geldi. Pek çok genç insan öldürüldü o darbede. Yargısız infazlar yapıldı. İşkencelerin yoğunlaştığı bir dönem geçirildi.

Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Azra Erhat, Yaşar Kemal’in eşi Tilda gibi dönemin seçkin aydınları gizli komünist örgüt kurdukları suçlamasıyla hapse atıldılar. Ve haklarında dava açıldı. Kanıt ise 19. yüzyıl yazarlarından yaptıkları çeviriler ve her perşembe toplanarak yaptıkları edebiyat sohbetleriydi.

Sıkıyönetim davaları Selimiye Kışlası’nda görülüyordu. Birçok gazeteci arkadaş, özellikle de polis adliye muhabirleri bu davaları her gün Selimiye’ye gelerek izliyorlardı. Bu meslektaşların arasında TRT Haber Merkezi adına ben de vardım. TRT o yıllarda önemli bir yayın organıydı. Dolayısıyla her sabah işe gider gibi Selimiye’ye gidiyorum. Biri öğlende olmak üzere iki duruşma haberi gönderiyordum kuruma.

Tutuklu aydınların pek çok eşleri dostları içeriye girebilmek için dışarıda kuyrukta bekliyorlar. Yaşar Kemal’de Tilda tutuklu olduğu için hemen her gün orada. Avukat arkadaşlar, gazeteciler bir yandan duruşmaları izliyoruz. Bir yandan da dışarı çıkıldığında sohbeti koyulaştırıyoruz. Bir sabah geldiğimde baktım mahkeme koridorları Yaşar Kemal’in sesiyle çınlıyor. Sıkıyönetime, dönemin iktidarına, paşalara giydirip duruyor. O sıralarda da batıda Yaşar Kemal’in yaygın bir ünü var. Biz sakinleştirmeye uğraşırken bir er geldi bana “Sizi yarbayım çağırıyor,” dedi. Ben de sıkıyönetim başsavcısının odasına doğru yürümeye başladım. Daha oraya gelmeden kapıda beni basın halkla ilişkilerden sorumlu subay/“yanılmıyorsam deniz yarbayıydı o sırada” Ayhan Uras karşıladı. Ayhan Uras ünlü opera sanatçısı Erol Uras’ın ağabeyiydi. Ve ikisiyle de sağlam bir dostluğum vardı. Ayhan dedi ki “Yaşar Kemal Tilda içeride tutuluyor” diye çok öfkeli. Ama ne yaparsa yapsın, bağırsa da, küfür etse de Yaşar Kemal’i içeri almayacaklar. Onun için buradaki gürültüsü boşuna. Ne olur, senin ahbabın, ikna et koridordan çıkar.” Yaşar Kemal’in yanına döndüm ve onu usul usul yatıştırmaya çalıştım. “Gel şu cenabet yerden çıkalım, bu güzel havada soluk alalım ve yemek yiyelim,” dedim. Gerçekten yatıştı birlikte çıktık. Selimiye’nin arka sokaklarında bir süre yürüdük. Sonra bir esnaf lokantasında soluğu aldık. Bu anımı paylaşmak istedim.

O zamanın kimi suskun aydınlarına karşın 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de Yaşar Kemal hiç suskun kalmadı. Düşündüklerini yazdı, konuştu. Yargılanarak bedel de ödedi, hüküm giydi. Aynı suçu işlememek kaydıyla cezası ertelendi. Her zaman ezilenden yana, emekten yana oluşunu da edebiyatçı kimliğine ekledi. Şimdi bakıyorum o günler çok geride kaldı. Bu ülke yeni Yaşar Kemal’lere muhtaç. İnsanların eşitliğine, adil bir yargıya, ayrımcılığın olmadığı, sevginin eksilmediği bir coğrafyaya yüreğini açtı. Günümüzün okuyan, sorgulayan gençlerinin hâlâ Yaşar Kemal kitaplarını ellerinden düşürmemelerinde kanımca Yaşar Kemal’deki “İnce Memed” ruhunun da bir payı var.

Yaşar Kemal meslektaşlarına da çok düşkündü. Meslek örgütüne de. Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin toplantılarına ne zaman çağırılsa hiç neden, niçin sormadan geliverirdi. Tıpkı Semih Balcıoğlu gibi, Ara Güler gibi, Emil Galip Sandalcı gibi, Alpay Kabacalı gibi. Onlar bu ülkenin cevherleriydi. Yaşar Kemal’i şimdilerde çok özlüyorum. Neyse ki, şimdiki eşi Ayşe Semiha Baban ve Arif Keskiner, Nebil Özgentürk, Zülfü Livaneli, Fahri Aral gibi nice dostları onu hiç unutturmuyorlar.

Şair, Ressam Metin Eloğlu’nun bütün şiirlerinin derlendiği “Bu Yalnızlık Benim” kitabında Yaşar Kemal için yer verdiği bir şiiri de yer alır. Yazıyı bu şiirle bitirmek istiyorum.

“Yaşar Kemal’e”

Kan gövdeyi götürürken, sızgısız uzar onur

Tırnağı, Gömütlerde belki bir dağ / başı özeti…

Köroğlu Ali’nin terkisinde Karac’oğlan Ali’nin atı;

Piç şiirin marsığı mı? İşte şu çağ/dışı kömür…