Üç haftadır yazıdan ve okurdan uzak kaldım. Küçük bir tatille kafamı dingin tutmak istedim. Elbette eskilerin deyimiyle benim tatilim vatman tatiline dönüştü. Üç hafta içinde ülke sorunları hiç duraksamadan yoğunlaştı. Yurttaşların acıları katmerlendi. Yangınlar, sel felaketleri, kadın cinayetleri, kimi gazeteci ve siyasetçiye yönelik tehdit ve kabadayılık gösterileri gündemden hiç düşmedi. Türkiye’nin yaşadığı cezasızlık sisteminde bir sorumlu ya da sorumlular bulmak doğaldır ki mümkün değildi. Adaletin ne gözleri görüyordu ne de terazisi tartıyordu. Milliyetçilik kisvesine bürünmüş ırkçılık, yurdun dört bir yanını sarmaya başlamıştı.

Emperyalistlerin dünya halklarının kucağına bıraktığı Afganistan sorunu belli ki Ortadoğu’da ve Asya’da zaten var olan uzlaşmazlıkların fitilini yakmaya hazır duruyor. Evlerinden, yurtlarından, sevdiklerinden uzaklaştırılan göçmenler için dünyada yeni bir serüven başlıyor. Bu yoksul, kimsesiz bırakılmış insanları emperyalistler kendi sofralarından uzak tutmaya çalışırken bir yandan da rüşvet karşılığı Türkiye’de yeni bir göçmen sorunu başlatmaya hazırlanıyorlar. Türkiye Suriye göçmenlerinin sıkıntısını yaşarken üstüne Afganistan göçmenlerinin de ülkemizi en azından geçiş yolu olarak kullanacakları çok da bilinmeyen bir denklem değil.

Ülkemizde göçmenlere karşı başlatılan ırkçı kampanyaların ise, bana kalırsa adresi başka yerde aranmalı. Evinden, yurdundan koparılan göçmenleri düşman görerek emperyalizmin bu yeni oyunundan kurtulamazsınız. Düşmanınız karşıdadır. Size, kendilerinden olmayanlara zengin sofralarında pay vermeyenlerdir. İnsanın insana kardeşliğini kabul etmeyenlerdir. Kendi topraklarındaki azınlıkları hâlâ içine sindiremeyenlerin yeni bir kabusudur da göçler.

Peki, bu durumda iktidarın, muhalefetin halka sunacağı sağlıklı bir proje var mı? Proje var olmasına vardır da, sağlıklı projeden söz edebilmek şu ortamda hiç de mümkün görünmüyor. Kendi ülkesinde insanların temel hak ve özgürlüklerini, düşünceyi ifade özgürlüklerini, haberin serbest dolaşımını savun(a)mayanlar, parlamenter rejime karşı çıkanlar nasıl olacak da sorunlu ülkelerin demokratik yapılanmaları için çözüm bulacaklar. Göç sorunu için yardımcı olabilecekler. Burada bir parantez açarak, iki üç yıldır Türkiye’den azımsanmayacak derecede beyin göçünün başladığının da altını çizelim. Kısaca dostlar önümüzdeki günlerin pek kolay geçmeyeceğini söylemek için geniş bir öngörüye sahip olmak gerekmiyor hele de günbegün artan Covid-19 varyantlarını da dikkate alırsak…

Önümüzde 30 Ağustos var. Bu sene 30 Ağustos törenlerinde hangi siyaset büyüğümüz hastalanacak ya da törenleri kutlamamak için nasıl gerekçeli bir karar çıkacak pek bilemiyoruz. Cumhuriyetin kazanımlarını bir bir yok etmeyi kendi başarı hanelerine yazan Cumhur İttifakı bu 30 Ağustos için de yeni bir takım gerekçeler hazırlamaktadır. 30 Ağustos ki, Kurtuluş Savaşı’na nokta koyan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayan sağcısı, solcusu, işvereni ve emekçisiyle tüm ulusun sahip çıkması gereken önemli bir tarihtir. Tek adam iktidarının ve partisinin Cumhuriyete karşı olan hırçınlığının ülkeye daha ne gibi icatlar getireceğini düşünemiyoruz. Yaşadıkça göreceğiz. Unutulmamalı ki, Türkiye’de var olan siyasi partiler ile emek insanlarının, ezilenlerin ayakta kalabilmesi sadece geleceğe dönük dirençli çabalarında yatmaktadır. Çünkü iktidarı hedefleyen günümüz partileri sadece ve sadece sermayenin partileridir. Ve emperyalizmin zenginler sofrasından pay almayı amaçlayarak yaşarlar.

Yunanlı Ozan Yannis Ritsos’un umut veren dizeleriyle sonlandıralım bu haftaki yazımızı: Cevat Çapan’ın çevirisiyle “Bekliyoruz”

Yavaş yavaş gece iniyor mahalleye. Uyuyamıyoruz.

Şafağı bekliyoruz. Bekliyoruz ki güneş

bir çekiç gibi çarpsın saç damlara,

çarpsın alınlarımıza, yüreklerimize,

bir ses olsun, o ses duyulsun - başka bir ses,

çünkü sessizlik silâh sesleriyle dolu, başka yerlerden gelen