Geçen gün markete gittim. Haliyle alışverişe gelenler aralarına mesafe koyuyor. Sıradaki ilk müşteri ‘İyi domatesin varsa bir kilo ver’ dedi. Tezgahtaki arkadaş döndü “Yerli mi yabancı mı?” dedi. Domatesin de yabancısı olduğunu ilk kez duydum. Belki herkes biliyordu da bu vesileyle ben de öğrenmiş oldum. Sahi biz yakın zamana kadar domates ihraç etmiyor muyduk? Ne oldu bizim tarım ürünlerimize? Sütümüze, peynirimize, buğdayımıza. Sonra Menderes’in sözü takıldı kafama. Hemen her konuşmasında küçük Amerika olacağımızı söyler dururdu. Haklı çıktı. Menderes’ten sonra gelenler de Amerikanlaşmak konusunda hiç de yaya bırakmadılar ülkemizi. İlköğretim çocuklarımıza Amerikan malı süt tozu dağıttırdılar. Nereden mi biliyorum? İki yıl Sivas’ın Kangal ilçesinde yedek subay öğretmenlik yaptığım için biliyorum. Kısaca Amerikalının ürünlerini, giyimini, konuşmasını, müziğini, küstahlığını ülkemize kopya etmekte çok sıkıntı çekilmedi. Şimdi iktidarımızın Amerika’ya horozlanmasına bakmayın. Amerika ve Türkiye ayrılmaz dostlardır.

Amerika’dan kopyaladıklarımız arasında mafya özentiliği de vardır. Hem de eskilere dayanır bu hayranlık. Bizde haraçla geçinen iki türlü yasa dışı grup oluşmuştur. Bunlardan biri yeraltı çeteleri denen kabadayılardır. İkincileri ise devletin sırtını okşadığı mafya özentileridir. Bu ikinci grup cezaevlerinde bile konaklarda ağırlanır gibi ağırlanır nedense. Türkiye’nin onca okumuş, iyi eğitimli aydın insanı suç yaratılarak cezaevinde çile doldurmaya zorunlu tutulurken, kendilerine mafya diyen insanlar cezaevlerinde bir eli yağda bir eli balda yaşarlar. Gerektiğinde de tahliye olmaları an meselesidir. Şimdi bunu niye söyledim? Çakıcı’nın muhalefetteki bir partinin genel başkanına sarf ettiği sözler aslında Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentosuna yöneltilmiş bir hakarettir. İktidarın küçük ortağı bu hakareti savunsa da kendisine Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı diyen hiç kimsenin bu hakarete rıza göstereceğini zannetmiyorum.

Bunu düşünürken aklıma Galeano’nun “Tepetaklak” adlı (Çitlembik Yayınları) kitabındaki bir bölüm takıldı. Amerika biliyorsunuz ünlü pek çok şeyle birlikte gangsterleriyle de sıkça konu olur. Bunlardan biri belki de en ünlüsü Al Capone’dur. Al Capone cezaevine gönderilmeden birkaç gün önce 17 Ekim 1931’de Gazeteci Cornelius Vanderbilt Jr ile bir söyleşi yapar. Söyleşisinde ana babalara da bir mesaj gönderir. Şimdi sıkı durun Al Capone’nun mesajını okuyalım. (Bülent Kale’nin çevirisinden) “Günümüzde insanlar hiçbir şeye saygı göstermiyor. Eskiden erdem, onur, gerçek ve yasalardan oluşan bir dayanağımız vardı. Günümüz Amerikan yaşamında çürüme günden güne yayılıyor. Başka yasalara itaat edilmeyen yerde, çürüme tek yasa olur. Çürüme bu ülkenin altını oyuyor. Erdem, onur ve hukuk hayatımızdan buharlaşıp uçtu.” Bu röportaj Amerika’da Liberty dergisinde yayımlandı. İşte Küçük Amerika ile Büyük Amerika arasında böyle bir fark var. Gangsterleri de bir başka. Bizimkiler ise arpalık belledikleri iktidarlara kapı kulluğu eden yerli ve milli kabadayılar.

Tabii bütün eleştirilerimize karşın ABD’nin özgürlüklere saygısına bir şey demek mümkün değil. Keşke kopya ettiğimiz bir sürü şey arasında Amerika’daki özgürlüğe bakış da olsaydı. Keşke Amerika’daki adalet sistemi de. Elbette tek adamla yönetilen, parlamentoda çoğunluğun borusunun öttüğü bir rejime demokrasi demek mümkün değil. Tuhaf bir ülkeyiz. Şimdi bir anayasa hazırlanması üzerinde konuşuluyor. Muhalefet neredeyse yemin edecek böyle bir çalışmamız yok diye. Ey muhalefet böyle bir çalışma yapamadığınız için zaten ülkemizdeki demokratların size öfkesi. Bir anayasa hazırlığı içinde olmanız sizin göreviniz değil midir? Sanıyorum bir kez daha düşünmenizde fayda var.

Yazıyı sonlandırırken uzatmamaya dikkat ediyorum. Ama bir şeyleri de atlamak istemiyorum. Örneğin, covid salgınında türlü yasaklamalara karşın Cumhur İttifakına özel ayrıcalıklar tanınıyor. Yalnız bir tanesi beni çok rahatsız etti. Diyanet İşleri Kur’an kurslarında yüz yüze öğretime devam ediyormuş. Bu da haber portallarından edindiğimiz bilgi. Yani o küçücük çocukların beyinleri ezberlerle doldurulduğu yetmiyormuş gibi bir de virüse rağmen yüz yüze eğitim veriliyor. Evet, bir arkadaşın dediği gibi oraya kovid uğramıyor.

Yazıyı Bertolt Brecht’ten bir şiirle bitirelim. “Yıkanmak istemeyen çocuğa” A.Kadir-Asım Bezirci’nin çevirilerinden okuyalım:

Bir çocuk vardı

Hiç yıkanmak istemezdi.

Ve yıkanınca da

Hemencecik küllere belenirdi.

İmparator geldi ziyarete

Yedi basamak çıktı

Bir bez aradı anası

Temizlemek için pasaklı çocuğu.

Bir bez olsun yoktu

İmparator gitti

Çocuk onu görmedi

Umurundaydı çocuğun da sanki.