Ülkem siyasetinde pek çok kavramın içi boşaltıldı. Kavramlar değerinden yitirdi bir bir. Mesela adalet kavramı, mesela demokrasi, mesela temel haklar, hatta anayasa… İçi boşaltılan kavramlara daha çok şey eklemek mümkün. Ama şu saydıklarımız bile yetiyor günümüzde içinde yaşadığımız perişanlığı anlatmaya. İktidarıyla, muhalefetiyle her gün biraz daha çoğalan siyasi partileriyle bir demokrasi düzeni içinde soluk alıp verdiğini zannediyor halkımız. Oysa tek adamlı rejimde totaliter bir iktidarın akıl almaz projeleri içinde yuvarlanıp duruyor insanımız. Demokrasi sözcüğünü henüz Cumhuriyet’in kuruluşunda doladık dilimize. Ardından inişli çıkışlı yorucu ve uzun süreçte demokrasiyi hiç yakalayamadık. Gelmiş geçmiş tüm iktidarların özelde de son 20 yıllık AKP serüveninde Türkiye yine demokrasicilik oynuyor. Hem de demokrasinin içini dolduracak hiçbir öğesine yer vermeden. Bugün hâlâ yurttaşların temel hak ve özgürlükleri askıdadır. Ülkeme özgü demokraside kadın erkek eşitliği de bulunmaz, hak arama özgürlüğü de. Kamuoyunun haber alma, gerçekleri öğrenme, bilgilenme hakkı demek olan basın özgürlüğü ise gazeteciler ve yazarlar için hala ufukta bir seraptır. Tek elden tek tip haber yazan, yayınlayan insanlara gazeteci deniyor bizim ülkede. Oysa evrensel gazetecilik literatüründe öyle bir gazeteciliğin izi bile yok. Şimdilerde iktidar yasama, yürütme ve yargı erkine egemen olduğu gibi özerk olması gereken pek çok kurumları da kendi yanına çekmiş bulunuyor. Dolayısıyla muhalefetin iktidarı eleştirme alanı da giderek daralıyor. Bağırış çığırış içinde geçiyor parlamento günleri.

Sansürün ilk kez kaldırılışının 113. yıldönümüydü 24 Temmuz 2021. Her yıl olduğu gibi bütün olumsuzluklara karşın dik duran, başını eğmeyen, damarlarında hala gazetecilik kanı dolaşan ve ülke insanlarını seven kişi ve kurumları ödüllendirdi Türkiye Gazeteciler Cemiyeti. İçinde yaşadığımız cangılda küçük bir mutluluktu, bir soluk almaydı gerçekleştirilen ödül töreni. Her şeye rağmen varlığını sürdüren Cumhuriyet inancının, demokrasi inancının bir kez daha yinelenmesiydi bir bakıma bu tören. Çok karanlık günler yaşasak da ufacık sevinçler, küçücük mutluluklar bulmayı başarıyoruz. Varsın iktidarın kurumları, yandaş medyası üzerimize istediği kadar trolünü sürsün. Bizim ve bizim gibi düşünen, aydınlık, demokrasiye ve cumhuriyete inanan toplulukları tedirgin etmeyi, korkutmayı beceremeyecekler. Biz dün neysek bugün de o’yuz. Onlarsa şimdi aynaya baksınlar. Aynada kendilerini bir kez daha görsünler. Dün neredeydiler bugün neredeler? Kısaca gençlerin dediği gibi korkmuyoruz, susmuyoruz, hak aramayı sürdürüyoruz.

Federico Garcia Lorca (1898-1936) yalnız İspanya’nın değil dünya edebiyatının da yüz akıdır. Şairdir, tiyatro yazarıdır, senaristtir ama her şeyden önce insandır. Şiirlerinde ötekileştirilmiş insanları unutmaz. Onların sevinçlerine ortak olur. Her koşulda ezilenlere destek çıkar. İspanya diktatörü Francisco Franco muhalifi olarak bellediği Lorca’yı 1936’da bir sabah Granada da kurşuna dizdirdi. Cesedi halka ibret olsun diye ortada bırakıldı. Ama çok sürmedi onu sevenler cesedini kaçırdılar. Kimsenin bilmediği bir yerde toprağa verdiler. Günümüzde Lorca’nın nereye gömüldüğü bir sır olarak kalmıştır. Ve bilinir ki Lorca bütün aydınlık insanların yüreğine gömülmüştür.

Federico Garcia Lorca’nın İspanyol müzikçilerine de konu olan bir şiiriyle sonlayalım istedim yazıyı. Melih Cevdet Anday- Sabahattin Eyüboğlu’nun ortak çevirisinden okuyalım “Atlının Türküsü”

Kurtuba / Uzakta tek başına / Ay kocaman at kara /

Torbamda zeytin kara / Bilirim de yolları / Varamam Kurtuba’ya / Ovadan geçtim yel geçtim / Ay kırmızı at kara

Ölüm gözler yolumu / Kurtuba surlarında / Yola baktım ama yol uzun / Canım atım yaman atım / Etme eyleme ölüm /

Varmadan Kurutuba’ya / Kurtuba / Uzakta tek başına