-BAŞLARKEN-

ÖLMEDEN ÖNCE YAPILACAKLAR LİSTEMDEN BİR MADDEYİ DAHA TAMAMLADIM...

Bundan yaklaşık altı ay önce ''Bu sene hangi ülkede doğum günümü kutlamalıyım?'' diye kara kara düşünürken aklıma felsefe öğretmenim Seher Hoca sayesinde Yunanistan'a özellikle Atina'ya karşı bir merak oluşmaya başladı. Her gün Akropolis'in fotoğrafına bakıp yatmaya başladım derken çok ani bir kararla ''Bu yıl kesin Atina'ya gidiyorsun İpekciğim!'' diye bir karar verdim (nasıl gaza geldiysem siz düşünün artık)
Babam bir planımın olduğunu sezmişçesine karın ağrımın olduğunu anladı ''Yine ne istiyorsun bakalım?'' demesine kalmadan ''Ben Atina'ya gidiyorum sizden izin de almıyorum çünkü orada 18 yaşında olacağım ve artık bana karışamazsınız (bak hele asiliğe bak) üstelik de kendi paramla gideceğim ama bir miktar yardım ve yataklık yapsan harika olur'' diye atılınca babam da şaşırdı. O surat ifadesini hiç unutmam. Bir yandan şaşkınlık bir yandan gurur bir yandan da endişe vardı yüzünde. Ani kararlar alırım ama bunu babam da pek beklemiyordu...
Sanki ''Daha yaşın kaç başın kaç nereden senin paran oluyor?'' dediğinizi duyar gibiyim ama geçen yıl sırf yeni yerlere gidebilmek için Akçakoca'da bulaşıkçılık yaptım ve gerek ilk iş deneyimim olması nedeniyle , gerekse hayallerim için ilk defa bir adım atmıştım. Üstelik okulda yemek yemem için verdikleri parayı biriktirdim, sık sık evden yiyecek getirdim, bazen simit yedim, bazen de ne yalan söyleyeyim aç kaldım. Otobüs kartına para doldurmamak için yürüdüm. Aslında iyi de oldu epeyce kilo verdim. İşte, bir yerlerden kısarak epeyce param oldu.
Ben hala Atina hayali kuruyorum ama zavallı anacığım kızının bu kararını hala bilmiyordu... Derken bir gün ailecek bir yerde bir şeyler içerken ortamı da esprilerle,kahkahalarla yumuşatmışım. ''Fırsat bu fırsat, kızım çıkar ağzındaki baklayı artık lan! İzin vermezlerse en kötü evden kaçıp gidersin birkaç hafta küs kalırsınız'' diye kendimi cesaretlendirmeye çalışıyordum. Her şeyin zamanı olduğu gibi artık ağzımdaki baklayı çıkarmanın zamanı gelmişti. Hissediyordum. ''Ben bu yıl 18.yaşımı Atina'da kutluyorum haberin olsun'' diye ağzımdan yarım yamalak sözcükler dökülüverdi. Babam ve annemden sert bir tepki beklerken babam ''Ee kızım biz de gelelim ne dersin?'' demez mi!
Hayatımda yaşadığım en büyük mutluluk ve şaşkınlıklardan birini yaşıyordum . Sanki yıllardır istediği oyuncağa sahip olmuş çocuklar gibi... Eve varır varmaz 19 Temmuz için uçak biletimizi uygun fiyata aldık . Ama nasıl mutluyum var ya sanki piyangodan büyük ikramiyeyi tutturmuşum gibisine bir mutluluk. Bende bir bayram havası, saçma sapan danslar eden bir İpek ve sevinçten verdiğim tepkilere ''Allah ıslat etsin'' der gibi bakan anne ve babamın yanacıklarına öpücüklerimi kondurup sımsıkı sarılıyorum...


SEYAHAT ZAMANI GELDİ

Günler haftaları, haftalar ayları kovaladı; sınavlara girdim çıktım. Mutlu da oldum,ağladığım da oldu ve 19 Temmuz geldi çattı. Bu süre içinde asla hayal kurmayı ve Akropolis'in fotoğrafına bakmadan uyumayı asla bırakmadım.
Annem ve babam biraz telaşlıydı (babam belli etmemeye çalışsa da kaç senelik çocuğuyuz bıraksın da tanıyalım) ilk defa üçümüz tur paketi olmadan bir tatile çıkıyorduk ve otel ayarlamadan gezi planına kadar her şey benim programımda ve sorumluluğumdaydı. Ailem biraz da Yunanistan ve Türkiye arasındaki siyasi gerginliklerden dolayı biraz tedirginlerdi.


ATİNA BİRİNCİ GÜN

Sabiha Gökçen Havaalanı'ndan Atina'ya yaklaşık gözaçıp kapayıncaya kadar ulaştık. Havaalanından  şehir merkezine vardığımızda saat 13.00'a geliyordu. Havadan gördüğümüz kadarıyla hemen hemen her yer zeytin ağaçlarıyla doluydu ve aklıma bahçemize diktiğim ''Devrim'' adını verdiğim zeytin fidanım gelmişti. Bu fidanı dikmemin en önemli nedenlerden birisi hem dünyaya bir iz bırakmak hem de Mavi Gözlü Dev'in ''Yaşamaya Dair''şiirindeki
''...Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
Yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
Hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
Ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
Yaşamak yanı ağır bastığından.''
mısralarından dolayı bir zeytin fidanı dikmeyi kendime, doğaya borç bilmiştim...

ATİNA'NIN ADI NEREDEN GELİYOR
Konu Atina ve zeytin ağaçlarına gelmişken Atina adının nasıl alındığını söylemezsek olmaz!
''Atina'ya en yararlı armağanı veren tanrı yarışmanın da galibi olacaktı. Önce Poseidon gelmiş yarışma alanına. Elinden hiç düşürmediği üç dişli yabasıyla toprağa vurunca, yer yarılıp içinden bir at çıkmış. Bu güzel hayvana hayran hayran bakan tanrısal hakemler neredeyse Denizler Hakanı'nı galip ilan edeceklermiş ki, Athena gelmiş. Narin ellerini, sanki okşuyormuşçasına usul usul Toprak Ana'nın bağrına daldırmış. Oradan çıkardığı taptaze, körpecik bir fidanı yine Toprak Ana'nın bağrında açtığı bir çukura özenle yerleştirmiş.
Yeryüzünün ilk zeytin fidanıymış bu. Fidan, tanrılardan oluşan hakem kurulunun şaşkın bakışları arasında bir anda büyüyüp gelişmiş, dalları her yandan pıtırak gibi zeytin taneleriyle örtülmüş.
Athena, ''Ey tanrısal hakemler!'' diye seslenmiş. ''Bu gördüğünüz ağacın meyveleri hem bu şehirde hem de başka şehirde yaşayan insanlar için değerli bir besin olacaktır. Yağları da, geceyi aydınlatan yıldızlar gibi ışıklandıracaktır karanlık tapınaklarınızı! Karar şimdi yüce kurulunuzundur.''
Tanrılar bu konuşma üzerine birinciliği Athena'ya verirler. Tanrılar katında şehir artık ondan sorulacaktır. Şehir de bundan böyle Athenai (Atina) diye tanrıçanın adıyla anılır hep.'' Bu efsaneyi Sorularla Mitoloji'' kitabında okumuştum, demek ki şehirdeki zeytin ağaçlarının sırrı budur...
Havaalanından bavullarımızı aldıktan sonra kişi başı 10 Euro'ya bilet alarak metroyla yeşil hat üzerinden Syntagma Meydanında indik. Metronun yürüyen merdivenlerinden çıkarken çok heyecanlanmıştım. Bizi nasıl bir macera bekliyor diye... Hepimizin de karnı açtı ve Yunan simidi koulouri aldık . Hemen çevrimdışı haritamı açıp otele doğru gidiyorduk ama bir sorun vardı! Harita bizi ara sokaklara sokmuştu. Bu ara sokaklar da göçmenlerin bol bulunduğu bir mahalleydi. Hava sıcak, ellerimiz dolu, yükümüz ağır, insanlar sürekli bağırıyor, boynumuzdaki fotoğraf makinesine bakıyor, annem korkuyor ve sinirleniyor bunu da babama yansıtıyor. Bizimkilerin surat ifadelerinden ben daha da geriliyorum... Bir et pazarının önünden geçiyoruz ve kusacak gibi oluyorum. İçeride tarifi imkansız bir koku vardı oradan hızlı hızlı uzaklaşırken sonunda otelimizi bulduk. Giriş işlerimizi yaptıktan sonra valizleri odamıza bırakıp gezmenin zamanı gelmişti.
Bu sefer ara sokaklardan değil de ana cadde üzerinden elbet bir yerlere çıkarız ümidiyle Monastiraki Meydanı'na ulaşmışız. Ulaşmışız da benim ilk dikkatimi çeken şey bana tepeden bakan Akropolis'ti. Bir an önce yarın olsa da on sekizime Akropolis'de gireyim diye sabırsızlanıyordum ama bir yandan ''Kaç mevsim, kaç ay, kaç hafta, kaç gün bekledin de yirmi dört saat mi bekleyemeyceksin? diye sabrediyordum.




Yarına az kaldı. Şimdi zaman anın tadını çıkarma zamanıydı sonuçta. Monastiraki Meydanı'ndaki Tsisdarakis Camisine geçtik. Bu cami 18. yy'da Osmanlı döneminde yapılmış ve  yapımında Zeus Tapınağı'ndan alınan bazı kolonlar kullanılmış. Burası cami, askeriyeye hizmet, hapishane olarak kullanılmış ve günümüzde de müze olarak devam ediyor.
 Monastiraki Meydanı'da görülecek yerlerden birisi de Flea Market'ti.  Lokum, nazar boncuklu aksesuar satan dükkanlarıyla bana Antalya'nın Kaleiçisi'ni anımsattı desem yanlış olmaz. Hatta ''Yat limanına mı iniyoruz?'' diye de düşündüm valla. Flea Market'i gezip karnımızı doyurmak için bir lokantada pizzalarımızı yedikten sonra Hadriam Kütüphanesi'ni ziyaret etmek istedik ama saat 15.00 da kapandığı için bir saatlik farkla kaçırdık. Biz de etrafını dolaşıp oradan fotoğraflar çektik.
Etrafı dolaşmak için yürüdüğümüzde Akropolis'e çıkan yola saptığımız için kendim de dahil üç kişinin gezi lideri olarak ''Sevgili Pamfilyalılar asıl hedefimiz olan Akropolis yarınki rotamızda bulunuyor. Şimdi derhal Monastiraki bölgesini gezmeliyiz!!'' diyerek itiraz ettim. Dolaşırken Atina hakkında, sayesinde bolca bilgi edindiğim www.komsudaneoluyor.net' in sahibi Mehmet bey ile karşılaştık. 
Tanıştıktan, biraz yol üstü sohbet edip vedalaştıktan sonra Syntagma Meydanı'nın oradaki Parlemento binasının önünde turistlerin ilgisini çeken 'Efzun' askerlerin nöbet değişimini izlemeye gittik.
Efzunların tarihi kökeni 1820 'lerdeki Osmanlı'ya karşı bağımsızlık savaşına dayanmaktaymış. Her saat başı nöbet değişimi yapan bu askerleri izlemek için tam zamanında oradaydık. Bu askerlerin en dikkat çekici özelliği kıyafetleri. Çünkü bunlar bilinenin aksine etek giyiyorlar. Şahsen okuduğum ve sohbet ortamında gördüğüm ve duyduğum kadarıyla insanlar bunu komik bir şey olduğunu düşünmüşler.




Kıyafetlerin anlamına gelirsek:
Kırmızı kepleri, savaşta akıttıkları kanı, ayakkabılarının ucundaki ponponlar düşmanı yaralamak için sakladıkları bıçakları kamufle etmek, giydikleri pileli eteklerdeki her bir pile Osmanlı İmparatorluğu altında geçen her bir yılı temsil ediyormuş ve okuduklarıma göre bu eteklerde 400 pile varmış. 400 yıl he dile kolay!
Çok az bir uykuyla bir günden fazla yolculuk ettiğimiz için erkenden otele gidip uyuduk ki 20 Temmuz yani doğum günüme enerjik bir şekilde başlayalım.


-İpek CİNOKUR