Haftanın iki günü kasaba ’da köylü pazarı kurulurdu. O gün “Cuma pazarı” günüydü. Köylü çarşıya inmişti. Bu nedenle çarşı oldukça kalabalıktı.

Manav Derviş, bas bas bağırıyordu, ne dediğini anlamak mümkün değildi. Arada bir küfür ’de ediyordu. Bağırması Bey Çayırından duyuluyordu. Manav “Deli Derviş”’i tanıyanlar için bu bağırmalar pek ciddiye alınacak bir şey değildi, sıradan bir durumdu, zaten adamın normal konuşması yoktu ki. Âmâ tanımayanlar için, bu kadar bağırmanın geldiği yerde, az sonra kesinlikle bir olay olacaktı.

Manav Derviş’in dükkânı değilde “çadırı” oldukça büyüktü. İçerisine kamyon girecek kadar büyüktü. Bey çayırına yani İtfaiye garajına giden yolun sol girişinde, pazar köprüsünün çaprazında kalıyordu. Çadır, mevsimine göre, kasa kasa meyve, sebze, kavun karpuzla dolu olurdu. Toptancılık’ la beraber perakende satış ’ta yapardı.

Güçlü kuvvetliydi, kısa boylu tıknaz birisiydi.

Bile bile kızdırmak için mi, yoksa bilmeden mi, birisi” sattığın karpuz kabak çıktı” deyivermişti. Ağzından köpükler çıkıyordu. Sol el avucunun içine koyduğu üç beş kiloluk karpuzları avucunda yan yatırıyor, kiremit kıran sporcular gibi sağ el parmaklarını birleştirip, karpuzlara indirip tek vuruşla paramparça ediyordu. Durmak bilmiyordu. Hem bağırıp dümdüz gidiyor, hemde durmaksızın karpuzları parçalıyordu. Dükkânın içi çöplüğe dönmüştü. “Hangisi kabakmış bak bakalım, hangisi kabak ha, bak bakalım” gibi anlaşılır anlaşılmaz sözlerle yoruluncaya kadar karpuzları parçalamaya devam etmişti.

Kocausta (Hulusi Göktan) manav Derviş’i biraz sakinleştirip, (zaten parlaması da sakinleşmesi de an meselesiydi) top sahasına doğru yürürken” usta nereye” diye sordu.

İdman va bi bakacam, Beşiktaş geliyo ya, Beşiktaş geliyo haberin yokmu senin, gel bi bakıp gelelim” dedi. Kocausta tam bir Beşiktaş hastasıydı. Dünya bir yana Beşiktaş bir yanaydı, o günlerin zor şartlarında, yalnızca Beşiktaş maçını seyretmek için İstanbul’a giderdi.

Bey çayırına doğru yürümeye başladılar tekrar sordu,” Beşiktaş’tan kimler geliyor, yaaa usta gelmez onlar be” dedi.

Kocausta “Bak Sanlı geliyo, onun kardeşi Behram var kaleci, o geliyo, Fethi, Fehmi, Süreyya diye sayarken, yine aynı şeyi tekrarladı “yok canııım gelir mi onlar beee “dedi,

İtfaiye garajını geçip sahaya girmişlerdi, Kocausta sahanın ortasına doğru yürürken, o ark kıyısına doğru yürüdü, yüksek bir yere oturup idman yapanları bir müddet seyretti. “Usta ben gideyom”diye bağırdı, âmâ Kocausta onu duymadı bile. Hakikaten Beşiktaş’ın şöhretli faal oyuncularının çoğunlukta olduğu futbol takımı kasabaya geldi, kasabanın iki amatör takımının futbolcularından oluşturulan karma takımınla iki gün maç yaptı.

Çok önemli yaz maçları yapılırdı. Amatör ruhla yapılan heyecanlı iddialı maçlar olurdu. Hele ki kasabanın iki takımı Göztepe ve Güneşspor’un maçlarında kasaba ‘da adeta nefesler tutulurdu. Yine böyle bir maçta, çoğu kez olduğu gibi kavga çıkmıştı. Göztepe santraforu Büyük Yılmaz’ın (Yılmaz Karakuş) Güneş spor sağbeki kardeşi Niyazi’yi dakikalarca sahada kovalaması yıllarca hafızalardan çıkmamıştı.

Bu kadar iddialı ve çekişmeli maçların sonunda futbolcular hep birlikte yan tarafta akan pençes deresindeduşlarını” alırlardı. Nadiren Cemil Ağa’nın hamamına giderlerdi. Zaten Cemil Ağa’da tozlu topraklı çamurlu, kendi deyimiyle “topçuların” hamamına gelmelerini pek istemezdi.

Gerisin geriye çarşıya doğru yürürken, manav Derviş’in çadırının önüne gelmişti, çadırın içine doğru baktı, Deli Derviş yeni bir müşterisiyle, yine aynı ses tonuyla konuşmaya devam ediyordu.

Hamam arası kalabalıktı, Kasabada köylü pazarının kurulduğu pazartesi ve cuma günlerinde çarşının en kalabalık yeri, yaya trafiğinin en fazla olduğu yer burası oluyordu. Bazıları cami önünde namaz saatini bekliyordu.

Ali Molla camisinin gölgelik tarafında, merdivenlerin dibindeki mobilyacı Kadri Bey’in dükkânının önünde Okkalının küçük oğlu Erhan’la, arkadaşı Yılmaz kıkır kıkır gülüyorlardı. Kadri Bey, çok kibar bir beyefendiydi.” Çocuklarr uğraşmayın şu adamla, bu sıcakta bir yerde kalacak, sonra üzüleceksiniz” diye iki arkadaşı uyarıyordu. Anlaşılan yine bir hınzırlık peşindeydiler.

Selam verdi biraz durdu ama, ne olduğunu anlayamadı, zaten onlarında gülmekten anlatacak hali yoktu.

Dondurmacı Muharrem’in büyük oğlu Kör Rafet’le bir işi vardı oraya doğru giderken içinde pazar zerzevatlarını küfesine yüklemiş yine kendi kendine konuşan Deli Mustafendi’yi gördü. Elinde “Fahri Bey” gazozu vardı, önündeki kadını takip ediyordu, anlaşılan onun pazar eşyalarını taşıyordu.

Rafet dondurmacı dükkanının kapısına yaslanmış, İsmet Eken’in bakkal dükkanını bakıyordu” Nerde kaldın olum” diye sordu.

Ya ustayla beccan’a gittik, Beşiktaş gelecek diyo, senin haberin var mı” dedi, ama Rafet onu duymadı bile, hala Eken’in bakkal’ına  bakıyordu.

Aniden döndü” la bu şoför Temel, bu Amerikalıların nesi oluyo, nerden tanıyo bunları” diye sordu “Bu İngilizce konuşmayı nerden öğrenmiş ki”

Ne olduğunu anlamaya çalıştı, o da bakkala doğru baktı, içerisi oldukça kalabalıktı.

Rafet devam etti, “bu Amerikalılar, takılıyolar bunun peşine, her gün ellerini kollarını doldurup, bakkalı boşaltıyolar, Eken’i ihya ettiler be, Eken’den çıkıyolar, doğru Doğan Abi’nin dükkanına dalıyolar, ne kadar içki varsa alıyolar arkalarına bakmadan gidiyolar, bu şoför Temel bunların nesi oluyo “diye tekrar sordu.

Şoför Temel kısa boylu, daima temiz giyinen sessiz sakin kendi halinde birisiydi. Kasabanın çocuğuydu,” Godak Davut’un” oğluydu. Eski evleri Kirmanlı mahallesinden Akarca mahallesine inilen merdivenlerin başındaydı. Nerden nasıl öğrendiyse biraz İngilizce öğrenmiş, bu sayede de fabrikada işe girmişti.

Fabrikanın açılışı çok olmamıştı. Sürekli ek tesisler yapılıyordu. Bu tesislerin yapımına Amerika’dan gelen uzmanlar nezaret ediyorlardı. Oldukça fazla sayıda Amerikalı uzman aileleriyle birlikte kasaba ’da yaşamaya başlamıştı.

İşte nasıl olduysa olmuş, Şoför Temel’de bu Amerikalı ailelerin kasabadaki rehberi, her işlerine koşan yardımcıları, adeta onlardan biri olmuştu.

Kasabalının tabiriyle “Eken’in bakkalı”, kasabada pek fazla örneği olmayan, klasik bakkal dükkanından daha ziyade bir “şarküteri” görünümündeydi. Temizliği ile, soğuk mezeleriyle, salam, sosis, sucuk, jambon çeşitleriyle o tarihlerde diğer bakkallardan farklı bir mekandı. Açık söylemek gerekirse Amerikalıların sürekli orayı tercih etmesi, alışverişlerini oradan yapmaları için oldukça fazla nedenleri vardı.

Ayrıca Erdoğan Abinin, kasabalının dilindeki adıyla “bayi Doğan ‘ın tekel dükkânı da diğer tekel bayilerinin aksine oldukça büyüktü, çeşit çeşit içki sigara bulunuyordu bu nedenle diğer tekel bayilerinden farklı bir görünüme sahipti.

Dondurmacı Muharrem oğluna “Rafet nereye” diye sordu, “birazdan geliriz, Camcı Şükrü’nün orda bi işimiz var” dedi, birlikte çıktılar. Kaneri tarafına dönüp Camcı Şükrünün dükkanına yaklaşınca Şükrünün büyük oğlunun kendilerini beklediğini gördüler.

Camcıda’ ki işlerini halletmek bir saat’e yakın vakitlerini almıştı.

Dükkândan çıkarken, Camcı Şükrü’nün oğlu” Olum Rafet bırak bu direk, bayrak işlerini direğe bir çarpacan, bi tarafın gırılacak, bırak bu işleri” diyerek bunları dükkândan uğurladı.

Dondurmacı Muharrem’in büyük oğlu Rafet kasabadaki deniz bayramının en önemli eğlencelerinden “yağlı direkten bayrak kapma yarışmasının “en önemli yarışmacısıydı. Senelerdir yağlı direğin ucundaki bayrağı ondan başka kimse alamıyordu. Yağla kaplı direğe kedi gibi tırmanırdı. Direğe çıkmak için acele etmezdi, önden birileri çıksın yağları biraz temizlesinler diye beklerdi. Fiziği ’de bu işe müsaitti, âmâ yarışmacılar bazen direğe çarparak denize öyle bir düşerlerdi ki, seyredenlerin yürekleri ağızlarına gelirdi.

Rafet dükkâna geri dönmek için “Tekerek Ahmet”’in dükkânı tarafına doğru gitti. Kendisi ’de Ali Molla camisinin yanındaki merdivenlerin başına gelmişti ki, Deli Mustafendi caminin gölgelik tarafında çömelmiş, sırtını duvara yaslamış başı önünde hareketsizce duruyordu.

Okkalının küçük oğlu Erhan’la arkadaşı Yılmaz başında bekliyorlardı. Deli Mustafendi ’nin gözleri kaymıştı, laflar ağzında dolanıyordu.

“Mustafendi ne oldu sana” diye soruyorlardı, soruyu birkaç tekrarladılar. Mustafendi bir müddet sonra zar zor başını kaldırdı. Zor anlaşılır ve hafif gülümser haliyle,

“Yılmaz’ım ben bi keyif oldum” dedi.

Mesele anlaşılmıştı, iki arkadaş Fahri Bey gazoz ’unu açmışlar içine biraz votka koyup kapağını kapatmışlar, Deli Mustafendi ’ye ikram etmişlerdi. Votkayı fazla kaçırmış olacaklar ki, sıcağında etkisiyle Mustafendi kısa zamanda çakırkeyif olmuştu.

Eve doğru gitmek için oradan ayrılmış Gör -Al Mağazası’nın önüne gelmişti ki, yukarıdan gelen bir kadın dikkatini çekti. Hayli kalabalık olan yolda insanlar önünden çekilerek yol veriyor, saygı gösteriyorlardı, dikkat kesilmişti. Sonra hatırladı.

Beyaz uzun topuklu ayakkabıları, kısa boyunu olabildiğince uzatmıştı. Üzerinde beyaz çiçek desenli, japone diye tabir edilen kısa kollu çok şık bir elbisesi vardı. Aynı şıklıkta beyaz bir şapka takmıştı. Yine aynı renkteki çantası ve büyük camlı güneş gözlükleri, uyumlu fuları, kıyafetinin abartısız aksesuarları olmuştu.

Kasabanın gazete satıcıları Gazeteci Bayram ve Gazeteci Eşref’in dükkânlarının kapısından henüz girmemiş olan Avrupalı moda dergilerinden fırlamış gibiydi.

Kadını ilk kez görenlerin kafaları karışmıştı. “Bu yaşta bu kıyafetle sokağa çıkılır mı “diye düşünenler, kadının etraftan gördüğü” saygı “karşısında, akıllarından geçenleri bir an önce unutmaya çalışıyorlardı.

Bu kadın kasaba için bildik bir şahsiyetti. Zaman zaman oldukça şık, zarif kıyafetleriyle çarşıda görünürdü. Kasabadaki bazı kişilerce emekli olduğu mesleğinden dolayı “Emekli Hemşire Şaziye Hanım” diye tanınırdı.

Bazıları ise ve zarafetinden ve kendine olan güveninden dolayı “Küçük Hanımefendi” olarak bilirlerdi.

Gerçek bir hanımefendi, gerçek bir Cumhuriyet kadınıydı.

Kandilli ’deki hastanede hemşirelik yapmış, oradan emekli olmuştu. Geyikbeli’ndeki sonradan yapılan hastaneden değil de Aşağı Kandilli ’deki hastane ’den emekli olmuştu.

O zamanlar ilk okul ‘da orta okul ’da hastane ’de hatta sinema ’da Aşağı Kandilli’deydi.

Ortaokul’ un Müdürü Köy Enstitüleri denilince akla ilk gelen efsane isimlerden birisi İsmail Sefa Güner’di

Eee eğitimin başında böyle bir isim olunca, hastanede ’de hastalara bakacak hemşireler de doğal olarak, herkes tarafından sevilen, saygı gören, aydın, çağdaş kadınlar oluyordu.

Artık bu insanlar yoklar.

Hastane yok, Okullar yok Sinema yok. Virajdaki o çok güzel bahçesi olan Misafirhane de yok.

 Zaten Aşağı Kandilli ’de yok.

Ormanlar bölgeyi yemiş yutmuş.

Acaba bu insanlar olsalardı, tabiat ’ın bu kadar arsız ve cüretkâr olmasına izin verirler miydi?

Nuri ÖZTÜRK