Çekek ’teki kayığın içine oturmuştu. Eğiliyor doğruluyor tekrar eğilip kalkıyor kayığın içinde bir şeyle mücadele ediyordu. Arada bir bileğinin tersiyle alnında biriken terini siliyordu.

“Babaoğlu Memet “ilerleyen yaşına rağmen oldukça dinçti, gücü kuvveti yerindeydi, nede olsa “eski toprak “diye düşündü. Barınağın vazgeçilmez simalarından birisiydi. Doğma büyüme kasabalıydı. Evi kasabanın en eski mahallelerinden Kirmanlı Mahallesi’nde kaya dibindeydi.

“Baba kolay gelsin” dedi.

Kafasını sandalın içinden kaldırdı” Bu saatte nerden geleyon” diye sordu.

” 56’ ya çıktım” dedi. Babaoğlu motorun iyice paslanmış cıvatasını gevşetmeye çalışırken mırıldandı, “Olum, işiniz iş sizin be, ne fabrikaymış birader, Yılmaz(oğlu) da senin gibi, evde keyif yapıyo” dedi.

Fabrikada vardiyalı çalışan işçiler 21 gün sonunda dönüşümlü olarak, tüm vardiya saatlerini tamamladıklarında, 56 saatlik izne ayrılıyorlardı. Babaoğlu alışık olmadığı bu çalışma sistemine bir anlam veremiyordu.

“Millet denizde balık tutuyo, sen hala sandalı denize atacan da “diyerek, bam teline basıverdi. “Boş boş konuşma da arkadan 10-11 anahtarı ver, hem kim ne tutmuş bi söyle bakalım” diye sordu.

Ne bileyim, baksana sandallar dolaşıp duruyolar, tutmasalar neden gitsinler, kemerli ’ler kayalıklardan lüfer alıyola’mış,,,,, o cıvata gevşeyecek gibi değil yağdanlık yok mu yağdanlık” diye sormuştu ki,

Babaoğlu “iyi akıl ettin, koş Üstün’ün ordan kap da gel” dedi.

“Yaa ondan bir şey istenir mi, şimdi kovar beni o “diyerek yan çizmeye çalıştı, ama “Sen, benim istediğimi söyle, hadiii hala burda mısın sen” diye sesini yükseltti.

“Tamirci Üstün”, Bozhane hamamının yanında geniş bir alanda yalnızca mazotlu büyük araçları, iş makinelerini tamir ederdi. Tamirhanesi büyük ağaçlarla çevrili bir arsaydı, yeşillikler içerisinde, açık alanı oldukça geniş bir yerdi. Kasabanın çocuğuydu evi de zaten Kız Kapısı civarındaydı. Hemen hemen her gün öğleden sonra küçükte olsa çilingir sofrasını kurardı. Masada oturmazdı. Kadeh yerine çay bardağını kullanırdı, onu serçe parmağıyla baş parmağının arasında avuç içine sıkıştırır bir yudumda içerdi, küçük bir mezeyi ağzına atar işine devam ederdi. Dışarıdan biraz aksi görünüşlüydü ama seveni çoktu.

Yağdanlığı getirdiğinde Babaoğlu, Zafraklar’ın Erol’la konuşuyordu. Erol boylu bosluydu, kasabanın iyi kalecilerindendi, hem fabrikada çalışıyor, hemde fabrika ’nın takımında kalecilik yapıyordu. Bu kasabalının hoşlandığı bir durum değildi, kasabalının çok sevdikleri kendi futbol takımları vardı. O yüzden kasaba çocuklarının fabrika takımında oynamalarından çok rahatsız oluyorlardı, adeta onlara küsmüşlerdi. Fabrika takımının başarısı çoktu, seyircisi hiç yoktu. Erol Zafrak’ ta daha sonra kasabanın takımına geri dönüp, bir iki sene oynadıktan sonrada futbolu bırakmıştı.

Ben demedim mi sana, ben isteyince verir, şuraya biraz yedir bakalım, namussuz amma da pas tutmuş, deniz suyuna ne dayanır be, bak nasıl kaynamış “dedi. Babaoğlu tekrar cıvatayla mücadeleye girişti.

Aydın artis oluyomuş, film çevirmeye gitmiş, Ayhan’da gidecek mi “diye sordu. Babaoğlu Memet motor’dan başını kaldırıp sertçe baktı, hiçbir şey demeden tekrar motora eğilmişti ki,” hah oynadı be namussuz “dedi cıvata gevşemişti.

Cüce Aydın ve Abisi Cüce Ayhan, Babaoğlu’nun yeğenleriydi. Cüce Aydın’ı filmde oynatmak için İstanbul’a çağırmışlardı. Kasabanın kardeş cüceleri, o zamanlarda beğenilen birçok filmde oynamış çok popüler olmuşlardı.

Kalktı sandalın oturağına oturdu, soluklandı bir müddet sonra “onlar çok biliyorlar canım” dedi. Anlaşılan bu film işine pek aklı yatmamıştı. Yine bir sessizlik oldu, sonra, tekrar konuştu” sanki bize soran va da”

Konuyu değiştirmek gerekiyordu. Tekrar “Bir şey tutan var mı, denizde çok sandal var, akşamları ’da üç beş lüferci ’yi görüyorum” dedi.

Babaoğlu Memet “bak, seninki geliyor ona sorarsın “dedi, Fazlı Hoca’nın kayığı barınağın fenerini dönmüş, çekek yerine doğru geliyordu. Kayabaşı’ndan öğretmeniydi, o yüzden öyle söylüyordu. Babaoğlu’nun Hoca’yla arası pek yoktu.

“Hava daha çok sıcak, mazot yakmaya değmez, kestane karası geçmeden ben denize çıkmam” dedi. “Deniz bi karışmalı yem dağılmalı ki balık oynamaya başlasın”

“Baba, kestane karası ne zamandı yaa “diye sordu. Babaoğlu Memet bir baktı ki sorduğuna soracağına pişman oldu. “Siz balıkçı olacanız ha, size güvenipte denize çıkılır mı be “dedi.

Babaoğlu” sizin evde saatli maarif takvimi yok mu? adam hiç olmazsa ona bakar”. “15 Eylül’ün ya 10 gün öncesi ya da 10 gün sonrasını kollaycan”

“Desene Eylül’ün başında sonuna kestane karasını fırtınasını kollayacağız, iyi de zaten ay 30 gün tamamı gitti” diye içinden geçirdi, âmâ söyleyemedi.

Fazlı Hoca teknenin başını kıyıdaki çekek kazığına, kıçını’da denizinde içi betonla doldurulmuş yağ tenekesinden yapılmış şamandıranın ipine bağladı, tekrar tekrar kontrol etti, hırkasını aldı yanlarına doğru geldi. Ayağa kalktı” hocam var mı bir şey” dedi.

Biraz dolaştım, ama bir şey denk gelmedi” dedi. “Hadi eyvallah” deyip, Azmi’nin kahvesine doğru yürüdü.

Babaoğlu tahminlerinden dolayı oldukça memnundu, hoca uzaklaşınca “Hıh “dedi, “biz bilmiyomuyuz denize çıkmayı, bak kayığı denize bile atmadım, mazot yakmaya değer mi be, akşama sabaha kestane karası patlar, aceleniz ne yahu”

Akşam üzeri olmuş saat altıyı bulmuştu. Kaşlarını kaldırdı, kafasıyla ileriyi işaret etti” bak lüferci ’ler gidiyor” dedi. Dayı Dursun’un kamaralı kayığına nevaleleri yüklüyorlardı.

Onlar bi haber almışlardır boşuna gitmezler “diye cevapladı. Babaoğlu çok nadir rastlanan gülümseyen haliyle “onca biraya, beyaz peynire, rakıya, lüfer mi dayanır, bunlar bu akşam denizi kuruturlar” dedi.

Yanlarına doğru gelen Nihat “Baba hallettin herhalde, artık kayığı denize atarız “diye gülümsedi “hallettim hallettim, sen nereye “diye sordu. “çarşıya gideyom bir şey lazım mı “dedi.” Babaoğlu Memet “Yok oğul yok, sağ ol” derken o da ayağa kalktı,” Baba bende gidiyom, var mı bir isteğin” dedi Nihat’la birlikte yürüdüler.

Nihat memleket çocuğuydu, ufak teknesiyle balıkçılık yapıyordu, sürekli buralardaydı. Sevilen bileği kuvvetli bir delikanlıydı. Çocukluğundan beri buralarda yaşardı. Evi Orta Cami’de Dikili yokuşunda sokağın içindeydi.

Liman reisinin binasıyla Azmi’nin kahvesinin arasından geçip kısa yoldan sahil yoluna çıktılar.

“Bu yolun hali ne olacak ya, biz şu arabalardan önce hükümetin önüne gideriz “dedi. Sahil yolu delik deşikti, arabalar çukurlara düşmemek için bir sağa bir sola adeta slalom yapıyorlardı.

“Bunu Belediye görmüyo mu ben anlamıyom “dedi

Belediye ben yapacam, ama karayollarının bölgesi olduğu için bizi karıştırmıyorlar, diyormuş” dedi.

Merak ediyordu, sordu “Bu sefer gidicen herhâlde

Nihat “Yok yaa, gitseydim kaç sene evvel giderdim, her zaman gel diyo o, sen beni biliyon, ben sıkıntıya gelemem ki, takım elbise gravat, bak konuşurken bile sıkıntı basıyo, benim ilk gün başım belaya girer oralarda, dedi.

Arap Nasri yakın zamanda kasabaya gelmişti. Zamanın namlı kabadayısıydı. İstanbul’da gece kulüpleri, kumarhaneleri vardı.  Tophane Tayfun Spor Kulübü’nün de başkanıydı, memleket çocuğuydu, kasabayla irtibatını hiç kesmemişti. Kasabada çok arkadaşı vardı. İşte bu Arap Nasri, Nihat’ın öz be öz dayısıydı. Nihat’ı yanına almak istiyordu “gel, ilerde işlerin başına geçersin” dediğini söylüyorlardı.

Kız Sanatın hizasına gelmişlerdi ki, Nihat” sen onu bunu bırak ta, şunlara bak, parayı bunlar kazanıyor” diyerek, barınak çakarından peş peşe içeri giren Matyoz’dan bozma iki kayığı gösterdi. Kayıkların arkasında yuvarlak kazan gibi bir şey vardı, kayıklar ağzına kadar doluydu, küpeşteleri suyun içine batmış halde yol alıyorlardı.

Nihat,” Kemal’le geçen akşam bizim kulübenin önünde biraz oturduk “kayığa bir kompresör atalım, sen de gel diyo, hem de ne zamandır söylüyo

“Bunlar bekçilerle kapışmışlar, bekçiler silah çekmiş diyorlar, ben öyle bir şey duydum” dedi. Öyle bir söylenti çıkmıştı. Güya fabrikanın bekçileri kıyıya çıkan korsanlara ateş etmiş onları kovalamışlardı.

Kemal bana o meseleyi anlattı öyle bir şey olmamış, bizim ahali abartır ya, zaten bi şey olsa bile Kemal çözerdi, adamlarını yolda bırakmaz, seveni çoktur sözü her yerde geçer”

Nihat durdu,” sende fabrikada çalışıyon, ben anlamıyom, sen söyle bakam; hurdayı, çöpü, taşı, toprağı dev gibi kamyonlarla oraya dağ gibi tepeliyosun, öyle mi?

 Öyle,

 Eee sonra koca koca dozerlerinle kepçelerinle onları denize itiyorsun, doğru mu?

Doğru,

Sonrada bu uşaklar kıyıdan, denizden senin çöpünün içinden demir’miş, pik’miş, omuş, bumuş, kar kış demiyolar topluyolar, sende bunları toplayanları kovalıyosun, hoş vuracak hali yokta, yaa bu pislik diye döktüklerin, o kadar kıymetliyse niye denize döküyon, adamlar üç beş kuruş kazansalar ne olur?

Kendisi sormuştu cevabını da kendisi vermişti.

Nihat, “Kemal iyi para kazandı, hala da kazanıyor helal olsun, herkesin de elinden tutuyo, kaç kişiye ekmek yediriyo, daha ne yapacak ki” dedi.

Fabrika haddehanelerinden imalat sonrası, çöp haline gelmiş, işine yaramayan, pik demir hurda ve buna benzer bir sürü imalat atığını, kendi alanında deniz kenarındaki döküm sahasına yığıyordu, sonrasında bunları makinelerle denize itiyordu. Böylece bu çöplerinin sayesinde denizden büyük alanlar kazanıyordu. Ancak bu atıklar çok ciddi anlamda denizi ve çevreyi kirletiyor çok zarar veriyordu. Bazen denize dökülen bu malzemeler suyla temas edince nedense öyle bir patlama sesi çıkartırlardı ki kasabanın her yerinden duyulurdu, bilhassa geceleri bu patlamalar kasabalıları çok korkuturdu.

İşte kasabalının” Korsan” ismini verdiği bu kişiler de dökülenlerin içinden, denizin kıyısından, dibinden, işlerine yarayanları kar kış demeden, bazen denizin dibine de dalarak topluyorlardı. Kayıklarıyla limana getirdikleri bu malzemeleri kamyonlara yükleyip sattıkları yerlere gönderiyorlardı. Zor ve zahmetli de olsa geçimlerini sağlıyorlardı.

Okullar açılmıştı. Bozhane camisinden Konserveye kadar olan duvar diplerindeki boş alanlara, yazları kurulan lunapark toplanıyordu.

Fabrika büyük bir ekmek kapısı olmuştu, yalnız kasabalıya değil neredeyse iş arayan tüm ülke vatandaşlarına. Her geçen gün büyüdükçe büyüyor, yayıldıkça yayılıyor kabına sığmıyordu.

Kasabanın sosyal havası ile meteorojik havası da değişmeye başlamıştı. Hava kirliliğinden bahsedilir olmuştu. Yirmi dört saat durmaksızın koca koca bacalardan çıkan pis dumanlardan çoğunlukla Bölücek ve Kepez taraflarında göz gözü görmüyor, pis kokudan nefes almak zorlaşıyordu. Zararlı dumanlardan yakın köylerde öncelikle karaağaçların ve birçok meyve ağacının kuruduğundan bahsediliyordu.

Fabrika, yeni yeni maddi imkanlarla kasabalının yaşamını değiştiriyordu.

Kasabalının henüz farkında olmadığı, farkına vardığında ise geri gelmeyecek birçok şeyi de yok ediyordu.

Kasabalının kafası oldukça karışıktı.

Bakalım bu koca dev gelecekte kasabaya neler verecek, onun nelerini alıp yok edecekti.

                        Nuri ÖZTÜRK