Seçimlerden önce sosyal medyada dolaşan bir yazı ilgi çekiciydi:
 
"Bir ülkede her şey yolundaysa neden erken seçim yapılır?
Eğer işler yolunda değilse neden aynı kişi seçilir?
Eğer seçilen kişi 'kurtarıcı' ise, ülkeyi o hale kim getirmiştir?"
 
Bilenlere, ilk okuduklarında Epikuros'la başlayıp Hume ve diğer düşünürlerle devam eden Kötülük Paradoksu'nu veya değişim geçirmiş halleri Mutlak Kudret Paradoksu'nu anımsatabilir.
 
Mutlak Kudret Paradoksu kısaca; Tanrı'nın kudretinin her şeye yetecek olması hâlinde, kendi kudretini sonlandıracak kudrete de sahip olup olmadığı üzerine bir mantık sorusu olarak konumlanır. Zirâ kendi kudretini sona erdirebilecek bir şey yapabilirse, mutlak kudret sahibi olmamış olur. Kendi kudretini sona erdirecek bir şey yapamazsa hiç mutlak kudret sahibi olmamış olur. Problemin geliştirilmesi, temel dinamiklerine ve sonuçlarına değinmeden günümüze dönelim.
 
İnancın dogmatik / tartışılmaz oluşu yalnız bir yaratıcı kavramı ile ilgili değil, aynı zamanda tanrılaştırılmış yöneticiler ile ilgili. Din kavramının içinin boşaltıldığını çeşitli şekillerde gözlemliyoruz.
 
Siyasetçilere dokunmanın ibadet olduğu, çıktıkları televizyonların yere konmaması gerektiği, Allah'ın bütün vasıflarını üzerinde topladığı, halife olarak görüldüğü, doğduğu şehrin mübarek olduğu gibi mistik hatta dinen sapkın söylemler, hakkında yeterli bilgi sahibi olunmayan inanç sistemlerini kişiye kalkan yapar, bunlara inananlar üzerinden art niyetli kişilere dokunulmazlık yaratır.
 
Güç ve yetki yıllardır aynı elde birikmiş ve kullanılmışsa, doğru ve vaat edilenden uzak kalmışşsa, suç ve toplumsal sorunlar her şekilde artmış, dış politikada itibarsızlaşmışsa bir ülke, yolsuzluklar algı oyunlarıyla saptırılmış, eğitim sistemi yalama olmuş, işte performans yağcılığa endekslenmişse, kadrolaşma diploma yeterliliklerinin önünü kesmiş, cinayetler normalleşmiş, istismarlar sosyolojik tabanı incelenmemiş ve artmışsa...
 
Seçimlerle kazanılan kudreti kim, ne yapıyor?