Bazen denizde, bazen gece zamanı gökyüzünde, bazen dağda tek bir ışık görürsün…

Gidilemez olduğunu bilirsin, tıpkı o ışık kadar uzaktalar.

İşte o ışıklar.

Yıldızlar içindeler…Şarkı söylerler, kimisi türkü, kimileri gülümser…

Bir zamanlar ne kadar çabuk geçmiş meğer; zamanlar yaşanırken sessiz, sedasız…

Eski zamanlar…Ve yeni zamanlar eskimeye hazırlar.

“Ömür dediğin nedir ki!”

Yaşanmış ne kadar hukuk, istenmiş ne kadar adalet varsa hukuksuzluğa karşı; yaşlanmadan yaşadılar ve sanki alınyazılarıymış gibi öldürüldüler.

Alçakça işlenmiş cinayetlere adları yazıldı.

Alçaklar ikisini de enselerinden vurdular.

Katillerin yüzleri yoktu, gözleri yoktu, gözlerine bakacakları cesaretleri yoktu.

İşte o ışıklar…

Cinayetlere kurban edildiler.

Öldürenler bulunacak olsaydı acaba yine öldürülürler miydi?

İşte o ışık gibi dağın tepesinde, gökyüzünde görülen, denizdeki ışık gibi gözüken…

Onlar oralarda durup dururken, bizim hayatlarımız sürüp giderken…

Şimdi onlar için sayfalar dolusu gerekçeli kararlar, iddianameler yazılıyor.

Failleri bulunmuş, cezalandırılmış, failleri yakalanacakmış yargılama sürerken…

Adları gerekçeli kararlarda, iddianamelerde maktuller bölümünde yazılıyor.

Eski zamanlarda dediklerinden, sözlerinden, yazdıklarından, yaptıklarından, yaşadıklarından ve hatta düşüncelerinden dolayı yargılananlardı; adları sanıklar bölümünde yazılırdı.

Ömürlerini bırakıp gittiler işte… Biriktirdikleri ne varsa, yaşadıklarını, yazdıklarını, söylediklerini bu topraklara ve bu coğrafyanın insanlarına emanet edip gittiler…

Vicdan nedir diye sordular….

Hrant ruh halini anlatıyordu bir yazısında: “Gerçek hakem, halklar ve onların vicdanlarıdır. Benim vicdanımda ise hiçbir devlet erkinin vicdanı, hiçbir halkın vicdanı ile boy ölçüşemez. Benim tek isteğim canım Türkiyeli arkadaşlarımla ortak geçmişimi alabildiğine etraflıca ve de o tarihten hiç de husumet çıkarmamacasına özgürce konuşabilmek.” [i]

Yanıtlamıştı. Konuşabilmek dedi ve ondan geriye kaldı insanlara emanet!

1996 yılında barış için söylenmiş sözleri vardı.

“Barış dendi mi fırlarım hiç düşünmeden. “Ben varım” derim, ön koşulsuz. Ben atıldıkça etraf-tarafım önüme dikilir: “Sen kendi işine bak! Bu tür barış diyenleri, günün birinde punduna getirip, bir şekilde halletmiyorlar mı? Senin neyine gerek?” Bir an duraklıyor insan. İşte bu bir anlık bocalama, savaş kışkırtıcılarının en büyük silahı aslında ve barışın önündeki en ciddi engel. Bir diğer engel de erdemli kavramların artık haddinden fazla “gevelenen” kavramlar haline dönüşmüş olması. (…)

Unuttuğumuz barışı düşleyebiliriz. Düşleyebilmek, en büyük gücümüz. Biz düşledikçe barış canlanacak, soluk almaya başlayacak. Önce bir sussun silahlar... Ölüm sussun!.. Hayat konuşsun!..

Biz hâlâ hayatın mucizesine inananlar, hayatla aramıza savaşı sokmayalım. Kim olursak olalım, inançlarımız, görüşlerimiz ne olursa olsun, aynı yalın, berrak talebin altına birlikte imza atabiliriz. Biz barış isteyenler birbirimizden uzak durdukça barış daha uzağa kaçıyor. Bu kez milyonlar bir araya gelelim. Bu barış bizim barışımız olsun.

Barış isteyenler, gelin, barış için barışalım.

Barış için bir milyon imzamız olsun.

Verdim gitti be!

Savaşın ölümü imzamdan, benimki de barıştan olsun!.. Evet, barış için gelin önce birbirimizi anlayalım. Werin em ewil hev du fehm bikin ji bo aştiyê. Khağağutyan hamar nakh yegek irar hasgınank. Gelin, acılarımızı paylaşalım ve saygı gösterelim.[ii]

Tahir’den geriye kalanlar…

Yazılarından, söylediklerinden, biriktirdiklerinden kalanlar…

Ayakta kalsın dedi ve Dört Ayaklı Minareyi konuşturdu. Önünde ne demişti?

“Tarihi Dört Ayaklı Minare insanlığa sesleniyorum; beni ayağımdan vurdular. Ne savaşlar ne felaketler gördüm ama böyle ihanet görmedim diyor bize. (…)

Biz bu tarihi bölgede birçok medeniyete beşiklik etmiş, ev sahipliği yapmış bu kadim bölgede, insanlığın bu ortak mekânında silah, çatışma, operasyon istemiyoruz. Savaşlar, çatışmalar, silahlar, operasyonlar bu alandan uzak olsun diyoruz. Bu amaçla bugün arkadaşlarımla Diyarbakır barosu üyesi avukat arkadaşlarımla, Diyarbakırlılarla birlikte buradayız. Buradan demokratik tepkimizi ifade etmek için buradayız. Bu davranışı tarihe yönelik bu şiddet eylemini, tarihi bir değere yönelik bu suikastı, bu saygısızlığı kınıyoruz. Tarihine, tarihsel değerlerine, tarihsel mirasına sahip çıkamayan toplumlar doğru ve güvenli bir gelecek de kuramazlar. Bu nedenle tarihimize, değerlerimize, tarihi ve kültürel mirasımıza sahip çıkalım diyoruz.”

Dört Ayaklı Minarenin önünde ensesinden vurdular.

Sordular; Newroz nedir diye? Tarif etti, bize emanet dizeleriyle…

Newrozla Gelen Barış yazısında Newroz için hem özgürlüğün hem “barışın yeni günü” demişti.

“Newroz” yeni gün demek. Kürt tarihindeki mitolojik anlamı da; Asur kralı zalim Dehakın zulmünün sona erdiği, diğer bir ifadeyle karanlık bir dönemin sonu, aydınlık ve yeni bir gün, yeni bir dönemin başlangıcı… Kawa adlı bir Kürt demircinin önderliğinde Dehakın ölümü, Asur Sarayının burçlarında ateşlerin yakılması; acının ve ölümün sonu, ÖZGÜRLÜĞÜN VE BARIŞIN YENİ GÜNÜ, yani “roja nu / yeni gün”, yani Newroz… (…)

Barış aynı zamanda bir haktır. Uluslararası belgelere göre insanlar, diğer haklarının yanında “barış hakkına” da sahiptir. Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu 12 Kasım 1984 tarihli 39/41sayılı kararıyla “Halkların Barış Hakkına Dair Bildiri”yi onaylamış, Bildiride, “Halkların barışçıl bir yaşam sürdürmelerini sağlamanın her Devletin kutsal bir görevi olduğunu kabul ederek…” uluslararası ilişkilerin yanı sıra, bireysel ve toplumsal barışı da sağlamanın devletin görevi olduğu vurgulanmıştır. Barışın temeli eşitlik ve adalettir.”[iii]

Bu topraklarda çok öldüler, çok öldürüldüler…

Gittiler…

 

[i] Hrant Dink 90. Yıl yazıları –I: Ruh halimdir BirGün 1 Kasım 2004

[ii] Rakel Dink Karşılama Konuşması Diyarbakır Tebliğleri. Diyarbakır ve Çevresi Toplumsal ve Ekonomik Tarihi Konferansı. Kasım 2011.

[iii] Tahir Elçi. Newrozla Gelen Barış. Şubat Mart 2013 Diyarbakır Barosu Bülteni.