Bu yazı 1 Mayıs’tan bir gün önce yazılıyor. O nedenle 1 Mayıs’ın nerede, nasıl kutlandığına değinemiyoruz. Ayrıca, Vali şöyle yapsaydı, sendikalar böyle davransaydı diye ahkam kesmenin de bizim için pek anlamı kalmadı.

Ama, 34 kişinin yaşamını yitirdiği 1 Mayıs 1977 kıyımını her vesileyle anımsamakta ve temel nedeni üzerinde durmakta yarar görürüz. O dehşet verici kıyım bütün boyutlarıyla sorgulanmalı.

Bizce şu nokta önemlidir: 1 Mayıs’ın 1976’da Taksim alanında yüz binler tarafından coşkuyla kutlanması, emperyal güçlerin kulağına kar suyu kaçırmıştır. Türkiye’de işçi sınıfının önderliğinde sol hareketin yükselmesi Ortadoğu üzerinde sömürgeci planları olan güçlerin ilgisiz kalacağı bir gelişme olamazdı ve olmadı da. El birliğiyle 1977 kıyımını düzenlediler. Bunun çeşitli nedenlerini ve 1 Mayıs 1977’ye nasıl gelindiğini anlatmaya elbet gazete sayfaları yetmez. Biz, (piyasada mevcudu kalmadığından reklam endişesi duymaksızın) ilk baskısı Mart 1979’da, son baskısı ise “1 MAYIS 1977 / Türkiye Devrimcilerinin ‘İki 1 Mayıs’ Belgeseli” adıyla Nisan 2006’da yayımlanan kitabımızdan bir alıntı yapacağız.

Oleyis Sendikası İstanbul Şubesi Başkanı Ali Kocaman, CHP’nin olaylara ilişkin hazırladığı rapor için verdiği ifadede, otel çalışanlarından birinin anlattıklarına yer verir. (Oleyis Sendikası İstanbul Şubesinin binası, Tarlabaşı’ndan Taksim alanına çıkan yolun köşesinde tüm alanı gören bir yerdedir.) Otel çalışanlarından birinin anlattığına göre, otelin odalarından dışarıya ateş edilmiştir. Çünkü “dışarıdan atılan kurşun dışarıdan genişlik yapar, içi patlatır.”

Ali Kocaman’ın kurşunların otel odalarından atıldığına dair bize anlattıklarından bir iki cümle daha: “Şimdi şöyle diyelim. Karşıdan kurşun atıldı. O kurşunun odada bir yere çarpması lazım. Ya da kovanın aşağı düşmesi lazım. Bunların hiçbiri yok. Duvarların hiçbirinde en ufak bir iz yok. (…) Kurşun delikleri en çok altıncı katta var. Altıncı kattaki Taksim’e bakan, hatırlıyorum, bir iki tane odada camlarda kurşun delikleri var, fakat duvarlarda en ufak bir çizik bile yok”

Bize göre, sonuç olarak şu açıkça belli ki; Türkiye’de solun yükselmesi engellenmek istenmiştir. Şu sırada moda olan sözcükle söylersek, sol “süreç” sabote edilmiştir. Bunun etkileri eğer silindiyse, 30 yıldan fazla zaman geçmiştir.

Bugün barış sürecinden söz edilirken, yakın tarihi unutmamalı.

PERDELİ  PROTOKOL

Nelerle uğraşıyoruz, neler sorun oluyor; akla ziyan! Bir 23 Nisan’ı daha bu minval üzerine kutladık, kimilerine göre da atlattık.

Başbakan Erdoğan, hastayım deyip İstanbul’a gidiyor. Gazeteciler kül yutmaz ya; Erdoğan’ın İstanbul’da bir TV’de canlı yayına katıldığını saptayınca, CHP lideri Kılıçdaroğlu’na ne diyeceğini soruyorlar, o da Başbakan’a sorun diyor.

Oysa, bize sorsalardı şıp diye yanıtlardık: 23 Nisan hastalığı!

Bu hastalığın neden kaynaklandığını da alternatif tıbba dayanarak açıklardık. Efendim, bu hastalık tabana mesaj verme virüsünden ileri gelir. Tayyip Bey’in tabanının önemli bir kısmı imam, hatipler ile hacı hoca efendi cemaatinden oluşur. Onlar da dini bayramlar dışındaki bilumum resmi bayramlara oldum olası karşıdırlar.

Şu bizim medyanın merakını ciddi biçimde giderdikten sonra, gelelim bu 23 Nisan’ın en hoş tarafına.

TV ağzı kullanmanın tam yeridir: TBMM Başkanı Cemil Çiçek, bir “ilk”e daha imza attı. Hemen her vesileyle  şeffaflıktan yana olduğunu söyleyen Çiçek, bu kez bir perde ile şeffaflığa son verdi. Devlet protokolünün ve gazetecilerin bekleme salonunu bir perdeyle ikiye böldü. Bir yanında protokol kaldı, öbür yanında gazeteciler. Böylece, gazetecilerin protokoldeki büyüklerimiz arasındaki ilişkileri gazetecilerin izleyip, bir takım yorumlar yapmasının önüne geçilmiş oldu.

Perde pilavını bilirdik. Böylelikle perdeli protokol da politika yaşamımıza girmiş oldu.

BİR ŞİİR

Bu haftaki dizelerimiz Rus şair Mihail İsakovski’den (1900-1973). Şair “Veda” şiirinde, savaşa giden askerin sevgilisinden ayrılış anını anlatır. Biz son iki dörtlüğünü sizlerle paylaşıyoruz:

“Oğlan elini sıktı kızın / Gencecik yüzüne bakıp dostça / - Bir dileğim daha var, dedi: / Arada bir mektup yaz bana. / Fakat nereye yazayım ki? / Gidiyorsun kim bilir nereye? / - Fark etmez, diye mırıldandı oğlan / Yaz işte.. Bir yerlere…”

KENT GÖZLEMCİSİ

Kent gözlemcisi bu hafta Zonguldak’ta. Çaycuma ilçesine bağlı bir Filyos beldesi var ki, Karadeniz sahilinde bir turizm cenneti olmak için bütün doğal zenginliklere sahip. Örneğin, kuş çeşitliliği açısından Türkiye’nin ilk beşi arasında gösteriliyor. Beldenin tarihi 2. Abdülhamit dönemine kadar uzanıyor. Ama gelin görün ki, turizme ve tarıma çok elverişli binlerce dönümlük alan endüstri bölgesi ilan ediliyor ve bu yılın onuna kadar arazi tahsislerine başlanacağı duyuruluyor. Termik santraller kurulması olasılığı endişeleri arttırıyor. Sivil toplumun karşı çıkışı da sonuç vereceğe benzemiyor. Zonguldaklılar, ancak Turizm ve Çevre Bakanının olumlu yaklaşımının Filyos’un kurtuluşunu sağlayabileceğini söylüyor.