12 Eylül öncesinde ortalarda pek “Kemalist” görülmezdi.

Herkes çok ayrı bir havada.

Ki, 78 doğumlu oğluma “Mustafa Kemal” adını koyduğumdan dolayı dalga bile geçenler olmuştu.

Hey gidi yıllar hey!

Ne zaman ki, 12 Eylül Cuntası işbaşına geldi ve Cunta’nın başı da “Atatürkçülük”ten söz etti, bir baktım ki, herkes Atatürkçü.

Darbeyi yapanların Atatürkçülük adını sömürerek ülkeyi nereye sürüklediklerini bugün daha iyi görüyoruz.

Atatürk’ün vasiyetini bile çiğnemediler mi?

Atatürk gibi giyinip; müftü gibi de mitinglerde vaazlar vermediler mi?

Şimdi “Neyse!” desem ne yazar, demesem ne yazar?

Türkiye nereye koşturuldu?

Ve koşuyor?

 

15 Temmuz 2016 darbe girişimi ve sonrasındaki gelişmeleri sağlıklı bir süzgeçten geçirmeye çaba gösterirken, şu geliyor aklıma.

Bu darbe girişimi başarılı olsa idi şu an kimler içeride olurdu?

Elbette, cumhurbaşkanı, başbakan, bakanlar ve iktidarın adamları birinci sırada.

Ama…

Bilin ki, Ergenekon, Balyoz, Kumpas, Şike davalarında hedef alınanlar da kodesteydi.

Ulusalcılar da.

Solcular da.

Yani, iktidarın dışında emperyalizme karşı duranların tümü oylum oylum fidan boylumdu.

 

Şimdi birçok kesim “darbeyi önledik” diye caka satarken, neden kimsenin aklına medya gelmiyor?

Oysa darbenin önlenmesindeki birinci gerçek medyadır. Medya darbeye karşı durup “İlle de demokrasi” kararlılığı ile toplumu uyandırmıştır.

Bu şudur:

Özgür olan bir medya tüm demokrasilerin olmaz ise olmazlarıdır.

Basın özgürlüğü sıralamasında yerlerde sürünse de iyi ki var.

Ve iyi ki demokrasimiz medyanın gücüyle korunabildi.

 

Şu anda yaşananlara baktığımızda, sahte belgelerle tezgâhlanan oyunlar sonrasında Türk Silahlı Kuvvetleri’ne yaşatılan tasfiyelerle önleri açılanların darbe yapacakları hep yazılıp söylendi.

Bu olay hem hükümet çevrelerinde hem de gündemi bilip yakın takip edenler tarafından öylesine bekleniyordu ki defalarca açıklandı.

Açıkça “geliyorum” diyen darbenin sesleri izleme altındaydı da.

İyi ki şaşırdılar ve iyi ki çuvalladılar da Türkiye büyük bir tehlikenin eşiğinden döndü.

 

Buraya kadar tamam da, şu demokrasi nöbetleri adı altında sürdürülen konvoylar işkenceye dönüştü.

Demokrat olmak korna çalıp, tırlarla sokaklarda trafiği kilitlemek değildir ki.

İlk gün ve ikinci gün tamam da, bu ülkede bir devlet vardır.

Parlamentosu, hükümeti, yargısı, askeri, polisi ve kamu görevlileri işbaşında olup görevini yapmaktadır.

Yani bir güç zafiyeti söz konusu değildir.

Korkum odur ki, toplumsal barışı dinamitleyecek bir provokasyonun tezgâhlanmasıdır.

Toplum olarak sakinliğimizi koruyup tüm gelişmeleri devlete bırakmalıyız ki, olası bir tehlikenin de önüne geçebilelim.

Ortalık provokatör dolu.

Fırsat vermeyelim bu ajanlara.

Şimdi evlerimize çekilme ve devlet görevlilerine işlerini yapabilme kolaylığını birlikte göstermeliyiz.

 

En büyük korkum da, iç savaş seslerinin geldiğini iddia edenlerin haklı çıkmasıdır.

Aman dikkat!