Devrimci, yurtsever “üç fidan” Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın sömürücü ve sömürgeci güçlerin ittifakıyla idam edilişlerinin 41. yıl dönümünde yaşananlar, bugünün egemen güçleri için ibret alınacak derslerle doludur.

“Bağımsız Türkiye” şiarıyla emekten yana mücadele veren üç devrimci gencin yurdun çeşitli illerinde düzenlenen etkinliklerle anılması, tarihin affetmez hükmünün de göstergesidir.

Kadıköy Belediyesi’nin katkısıyla (CKM)  Caddebostan Kültür Merkezi’nde açılan sergi, tarihi belgeleri içeriyor. Serginin açılışında Can Dündar’ın hazırladığı “Delikanlım” belgeseli gösterildi. Sergide tarihi belgeler yer alıyor. Örneğin, Hüseyin İnan’ın darağacına gitmeden önce yazdığı mektup… Bir fotoğraf makinesi…Tekel kibriti… Birkaç tane Birinci sigarası… Bir çift lastik ayakkabı… Kalemi ve iki kitap (Mustafa Kemal’in “Anafartalar Muharebesine Ait Hatıratı”  ile Atatürk İçin Diyorlar ki”)

Üç Fidan’ın 41. yılını iki nedenle anımsatıyoruz. Biri, onları idam edenleri 41 yıl sonra tarihin nasıl mahkum ettiğini vurgulamak için… İktidar güçlerinin kıssadan hisse çıkarmaları için… Bugün Silivri kamplarında tutsak tutulan yüzlerce insanı ve onları tutsak alanları tarihin nasıl değerlendireceğini hatırlatmak için.

İkincisi de, bu gerçekleri görmezden gelen şu bizim medyaya ufak bir serzeniş için. Onlarca gazeteci hapisteyken, 60 dolayında gazeteci yargılanırken, Silivri’deki hukuksuzluklara, mahkemelerde nelerin olup bittiğine kulak tıkayan “meslektaş”ların, tarihin hükmünü düşünmeleri umuduyla.

1 MAYIS’TA KATİL KİM?

1 MAYIS etkinliğinde Taksim’de başına polisin attığı gaz bombası isabet eden Dilan Alp ölseydi, yukarıdaki başlık gündeme gelecekti; “Katil kim?” Ve 17 yaşındaki Dilan’ı kimin öldürdüğü bulunamayacaktı. Tıpkı 1 Mayıs 1977 kıyımında 34 kişinin ölümüne kimin sebep olduğu meçhul kaldığı gibi… Anımsayalım 1977 kıyımının sonrasını.

Davanın ilk duruşmasında savcı Çetin Yetkin kamu yetkilileri hakkında da soruşturma açılmasını isteyince görevden alındı. Yirmi yıl sonra, 1997’de zaman aşımına uğradı. Failler açısından “sen sağ ben selamet” nerede kaldı adalet! 

Bu yılki Taksim olayı da çeşitli yönleriyle dehşet verici. İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu, olayların hemen ardından: “Dilan kızımız militan, marjinal örgüt mensubu” açıklamasını yaptı. Oysa Dilan Alp’in herhangi bir suçu çıkmadı, sadece “dergi dağıtmak” kaydı vardı. Sabıkası dahi olsaydı, bu, yargısız infaza gerekçe olabilir miydi?

Vali Mutlu, bir gün sonra CNN Türk televizyonunda, Dilan’ın elinde molotof kokteyli olduğunu iddia etti.  Özel bir televizyonun kamera görüntülerinde ise, Dilan’ın elindekinin kendisini gaz bombasının göz yaşartıcı etkisinden koruyacak sirke şişesi olduğu ortaya çıktı. Bu olay da böylece kapatılıp gidecektir; şu bizim medyanın umurunda mı?

Başbakan Erdoğan’ın tavrı ise, 1 Mayıslardan hınç alma frekansında. Bu yıl Kadıköy’de coşkuyla olaysız kutlandı ya, gelecek yıl Kadıköy Meydanı’nın da 1 Mayıs’a kapatılacağını söyledi.

Gözünü sevdiğimin Kadıköy’ü! Her Allah’ın günü İskele Meydanı sanki Hayd Park; bir açık kürsü. Demokrasinin, özgürlüğün sahip çıkılarak yaşatıldığı yer.   

BARIŞ SÜRECİ VE DEMOKRASİ

Kim istemez bu ülkede hangi etnik kökenden, hangi inançtan olursa olsun herkesin barış ve huzur içinde kardeşçe yaşamasını. Önce bunun altını bir kez daha çizelim. Ama, Akil Adamlar kervanı nedeniyle yandaş basında öne çıkarılan bir söyleme de dokunmadan geçemeyeceğiz.

“Barış dili” diye bir söylem tutturdular. Elbet barış dili her zaman önemlidir. Ama bunu ‘tek dil” ya da “resmi dil” halinde dayatmak demokratik bir tavır değildir. MHP’nin dilini bunun dışında tutarsak, demokrasilerde çok seslilik, eleştiri ve muhalefet esastır. Bu bağlamda akil adamların izlediği yöntemler de eleştirilmelidir. Eleştirileri, farklı sesleri (hatta MHP’nin dilini de) barışa engel görmemelidir. Barıştan birinci derecede sorumlu başbakandır. Akil adamları da onun belirlediği dikkate alınırsa, yandaş basının tek adam tek dil dayatmasının nedenleri yerli yerine oturur.

DENİZ FENERİNİN İNTİKAMI

Deniz Fenerinin öyküsü malum. Soruşturmanın seyri iktidarın hoşuna gitme- yince iki savcı (Abdulvahap Yaren ile Mehmet Tamöz) görevden alınmış, “görevi kötüye kullanma” iddiasıyla yargılanmış ve beraat etmişti. Son dönemde saldırılar nedeniyle savcılara silah ruhsatı verilmeye başlandı. Ama bu iki savcı parasını yatırdıkları halde, Ankara Valiliğinin emriyle silahlarını alamıyor. Gerekçe, kararın henüz (Yargıtay’da) kesinleşmemesi. Ne dersiniz; fenerin intikamı da böyle oluyor demek ki…

BİR ŞİİR

Dizelerimiz, Perulu Cesar Vallajo’dan (1892-1938):

“Savaş sona erdiğinde/ ve savaşçı öldüğünde, bir adam vardı yanında: “Ölme seni öyle seviyorum ki” dedi./ Fakat ceset, ah! Sürdürdü ölmeyi/ Yaklaştılar iki adam ve yinelediler:/ Bırakma bizi. Cesaret! Dön yaşama!/ Fakat ceset, ah! Sürdürdü ölmeyi”// Sonunda yeryüzünün tüm insanları/ sardılar çevresini; ceset baktı onlara kederle/ içlenip usul usul karıştı aralarına/ kucakladı en öndekini; koyuldu yürümeye”