**

Kasabanın ilk lisesi yarım asrı çoktan geride bıraktı, hangi akılsız akla hizmet edecekse onca yaşa ulaşmış ama beyin yerine bıngıldak taşıyan birileri! lisesinin adını değiştirmeyi kendilerine vazife edinmişlerdi.

**

O zamanlarda erkek öğrencilerin kravatsız, ceketsiz, ense ve kulaklarının açık olmadığı saç traşlı, kız öğrencilerin ise okulun kendi önlüğü dışında bir kıyafetle, saçlarının örgülü veya derli toplu taranmadığı bir halde okulun civarında bile gezindikleri yolun sonu disiplin kurulu odasında biterdi.

**

Orta Okul’ un, Orta Sanat’ın kasaba çocuklarına ne zamandır eğitim verdiğini çoğu kasabalı, belki bir anda hatırlayamaz ama Kasaba Lisesi’nin açılması fabrikanın kasabaya gelmesi ile hemen hemen aynı senelere denk düşer.

Kasaba da lisenin olmadığı yıllarda, lise çağına gelen gençler, eğitimlerine devam etmek için çoğunlukla Zonguldak’ta bulunan tarihi Çelikel Lisesine, Kastamonu’daki halkın dilindeki adıyla Abdurrahman Paşa Lisesine gitmek zorunda kalıyorlardı.

Bolu’ya da gidenler oluyordu

Az sayıda da olsa İstanbul’un önemli liselerden Kabataş veya Haydarpaşa liselerine gidenler de vardı.

Meydanbaşı yokuşunun başında, çarşıya göre de yüksekçe bir yerde açılmıştı. Şehir mezarlığına komşuluk mesafesi ise bir taş duvar kalınlığı kadardı.

Göztepe köprüsünün karşısındaki, eni üç dört metrelik beton yoldan başka, Meydanbaşı Spor Kulübünün (Orada şimdi belediye otobüs durağı var) karşısından araçlarla da girilebilen, Spor Salonu’nun önünden bol merdivenlerle de çıkılan yollarından başka, Kandilli lojmanları olarakta bilinen kooperatif evlerinin arasından geçilerek de okula gelinebiliyordu.

Büyük binanın arka tarafında bir kapısı daha vardı, bu kapı çoğunlukla ana kapıdan okula girmesinde sakıncası olan öğrencilere hizmet verirdi!

Biri büyük, diğeri ona nazaran daha küçük iki binası vardı. Ortaokul ve lise öğrencileri bu iki binada eğitim yapardı.

Küçük bina idari personele ve lisenin üst sınıf öğrencilerine ayrılmıştı.

Kasaba zamanla büyüdü, gelişti, genişledi.

Bu günlere gelindiğinde artık İlçe Milli Eğitim Müdürünün bile sayamayacağı kadar fazla, oldukça da değerli eğitim kurumlarına sahip oldu.

Ülkede ve kasabada o günlerden bu günlere eğitim sisteminden, giyilen kılık kıyafetlere, öğretmenlerden, öğrencilere kadar hayal edilemeyecek kadar büyük değişimler oldu.

Öğrenmeden sınıf geçmek mümkün değildi.

Eğitimde devrim yapıyoruz dediler.

Sınıf tahtasını, futbol takımlarının soyunma odasındaki taktik tahtası sandılar.4-4-2 sistemi benzeri müdafaa ve orta sahayı kuvvetli tutacak sistemleri tahtaya yazıp, eğitimde uygulamaya kalktılar. Halbuki devrim için hücum hattını kuvvetli tutmak gerekiyordu!

Hiçbir dünya ülkesinin düşünüp de yapamadığı eğitim devrimini, sınıfta kalmayı imkânsız hale getirerek yaptılar!

Hal böyle olunca, ilkokul son sınıfına gelen bazı öğrencilerin okumayı yeni yeni sökmeleri kimseyi şaşırtmadı.

Kılık kıyafeti serbest ötesi hale de getirdiler.  

O zamanlarda erkek öğrencilerin kravatsız, ceketsiz, ense ve kulaklarının açık olmadığı saç traşlı, kız öğrencilerin ise okulun kendi önlüğü dışında bir kıyafetle, saçlarının örgülü veya derli toplu taranmadığı bir halde okulun civarında bile gezindikleri yolun sonu disiplin kurulu odasında biterdi.

Eğitim verenin de alanın da ailelerin de birbirini tanıdığı zamanlardı. Sevgi, saygı, muhabbet, hoşgörü kasabalının titizlikle dikkat ettiği değerlerdi.

Çok değerli, mesleklerine aşık idealist hocalar eğitim verirdi.

Bazı hocalar işin temel taşı olan eğitimle birlikte öğrencilerini gelecekteki yaşamlarına da hazırlamayı görev bilirlerdi.

Sınıfa girdiğinde derse başlamadan, kolunun altındaki gazete haberlerine yorum yaptıran edebiyat öğretmeni vardı.

Suna Hanım, sınıfa girdiğinde Cumhuriyet Gazetesini açar, beş -on dakikaya yakın bazı haberleri okur, seçtiği bir iki haber hakkında öğrencilerine ne düşündüklerini sorar fikirlerini alır, sonra derse başlardı.

Bunun yanında, yalnızca kendisinin giydiği, kasabada yetişkin bir başka kimsede de rastlanmayan pelerini ’nin ıslanmasından korkuyor olsa gerek, yağmur yağdığında iki yüz-üç yüz metre uzaklıktaki evinden okula gelmeyen hocası da vardı.

Kimyacı Mualla Hanım, Fabrikanın Göztepe’deki prestijli, tek katlı, bahçe içindeki evlerinin birinde oturuyordu, eşi fabrikada önemli bir görevde olmalıydı.

Lise son sınıfta o kadar çok öğrenciyi sınıfta bırakmıştı ki, lise tarihinin hiçbir döneminde böyle bir sayıya ulaşılmamıştı.

Öyle ki bu dersten yıllardır geçemeyip diplomaya da ihtiyacı olmayanlar, iş güç sahibi olmuşlardı, sınava girmekten vazgeçip mezuniyetten de umutlarını kesmişlerdi, evlenip çoluk çocuğa karışma hazırlığı yapıyorlardı.

Diplomaya ihtiyacı olanlardan bazıları, mezun olmak, lise diplomasını alabilmek için, çareyi başka şehirlerdeki okullara nakil yaptırmakta bile aramışlardı.

Fakat nasıl olduysa, bu kimya hocası o seneki eylül sınavlarına gelememişti, sınava vekalet eden hocalar rahatsız oldukları bu yığılma durumunu düzeltmek için fırsatı kaçırmak istemediler, sınava giren tüm öğrencileri sınavdan geçirip okula derin bir nefes aldırdılar.

Kör talih işte, başka okullara nakil yaptıranlardan gittikleri okullarda başarılı olamayıp yine sınavda kalanlar olmuştu da, kasabanın lisesinde umutsuzca sınava girenlerin başına talih kuşu konmuştu.

Çağdaş, Demokrat, Cumhuriyete aşık, okulda oldukça disiplinli, çarşıda öğrencileriyle kol kola yürüyen Tarih hocası vardı.

Tarih Hocası Emin Bey, bırakın bu Osmanlı tarihini, Cumhuriyet tarihini öğrenin, Devrim tarihini öğrenin derdi.

Lisenin spor tarihinde bir ilk yaşanmıştı. Futbol takımı ilk kez Sanat Okulu futbol takımını yenerek elemiş, kasabayı vilayetteki finallerde temsil etmeye hak kazanmıştı. Bu durum o günlerde kasabada oldukça yankı bulmuştu, günlerce konuşulmuştu.

İşte bu tarih hocası, futboldan pek hoşlanmayan Müdüre Hanım’ı razı etmiş idareden ihtiyaç kadar parayı da almış, futbol takımı öğrencilerini pek de alışık olunmamış bir şekilde akşam yemeğine götürmüştü.

Yemek yenilecek yer Cöbek Pasajının altındaki içkili lokantaydı.

Ancak hocaya olan saygı ve sevgiden, yemeğe katılanlardan tek bir kişi dahi, yemek yenilen yerde dahil, o akşamki konuşmaları yemek bitince unutmuş, sonrasında da hiçbir yerde, hiçbir zaman sözünü dahi etmemiştir.

Evlerdeki eğlencenin tek adresi olan radyolardan, sonralarda filmlere bile konu olan liseler arası genel kültür ve bilgi yarışmaları yayınlanırdı. Olağanüstü ilgi görür çok konuşulur çok tartışılırdı.

Lisenin yıllanmış talebelerinden biri, (bu öğrencilerden bazılarının yaşları, mesleğe yeni başlayan genç hocalardan büyüktü) çok sevilen yaşı da oldukça ilerlemiş Resim hocası Kemal Bey’e,

Hocam, dün akşamki yarışmayı dinleyebildiniz mi? diye sormuştu,

Hoca, hayır evladım kaçırmışım diye cevaplamıştı.

Yarışma daki sorulardan birinde sizin de isminiz geçti, Kemal Tahir, Orhan Kemal ve sizin isminiz söylendi, sizin hangi sanat dalında, ülkenin önemli bir değeri olduğunuz soruldu, demişti.

Muziplik karşısında sıralardan gülüşmeler olmuştu, Kemal Hoca mevzuyu anlamıştı. Benim Hanım o yarışmaya çok meraklıdır, dün akşamda dikkatlice dinliyordu, akşam bilhassa soracağım dediğinde, soruyu soran yıllanmış talebenin yüzü biraz kızarmıştı.

Elbette zamanın hocalarını tek tek hatırlıyoruz, hatırlamamızda gerekir hepsine büyük bir şükran ve minnet duyuyoruz ama...

Hocaların hocası, Naciye (Kıpçak) Hanıma kasabalının oldukça fazla şükran borcu vardır. Hocaların hocası sözü, laf ola beri gele anlayışıyla değil, tam olarak cümledeki anlamıyla söylenmiştir.

Naciye hoca, kasabalı olan, fiilen de okullarda görev yapan nerdeyse tüm öğretmenlere zamanında hocalık yapmıştı.

Bugünün koşullarıyla karşılaştırmak icap ederse, üç kez yaştan, beş kez de hizmet yıllarının toplamından emekliliğe hak kazanmış olsa da çok uzun yıllar hocalığı bırakmamıştır. Hakkında anlatılanların hepsi ayrı bir efsanedir.

Kasabaya ne zaman geldiği ne zaman öğretmenliğe başladığı hakkında pek çok rivayet vardır, ama teşbihte hata olmaz atasözünün arkasına sığınan bazı öğrenciler, Hocanın zamanında kasabaya uğrayan Fatih Sultan Mehmet’e bir müddet ders verdiğini bile söylemişlerdir.

Kasaba eğitiminin çok önemli bir değeriydi.

Naciye Hanım için talebeyi eğitmenin yeri ve zamanı olmazdı. Sınavlarında eksikliği olan öğrencinin bilgi birikimini, sınıfın duvarları arasına sıkıştırmak istemezdi. Öğrenciyi sokakta, çarşıda, pazarda nerde görürse (yakalarsa da denilebilir) bir kenara çeker, çantasından çıkarttığı not defterini eline alır sorularını sorar notunu verirdi.

Kasaba lisesinin ileri görüşlü, ufku geniş bazı öğrencileri, (Naciye Hanımdan esinlenmiş olabilirler mi bilinmez ama) okulun sınıflarında verilen, kendilerini hayata hazırlayan dersleri yeterli bulmazlardı.

Öğrenciler, nedense müfredatta unutulan, yaşam savaşında önemli bir yeri olduğuna inandıkları bilardo derslerine, Meydanbaşı Spor Kulübü sınıflarında takdir edilesi bir sadakatle, eksiksiz devam ederlerdi. Devamlılıkta bazı lise son sınıf öğrencilerinin disiplini, yoklama almayı bile gerektirmezdi!

Açık havalarda devamlılığı en fazla olan sınıflardan birisi de Göztepe’deki mezar taşlarının araları ve Selvi ağaçlarının altlarıydı. Bu sınıfın dışarıdan görülen en belirgin özelliği, yakınındaki fabrikanın herhangi bir yerinden çıkan dumanlara yakın duman üretmesiydi.

Çünkü burada tüketilen sigaralardan çıkan duman azımsanacak gibi değildi.

Kasaba lisesinin 70’li yılları çok çok farklıydı.

Söylemiştik ’ya yıllanmış öğrenciler vardı.

Öğretmenler, bunlardan birisini okula gelirken neden ders kitaplarını getirmiyorsun? yarın da derse kitapsız gelirsen seni sınıfa almayacağız! diye son kez uyarmışlardı.

Ertesi sabah sınıfların bahçeye bakan camlarının önünde oturan öğrenciler, birbirlerini dürterek kıkırdıyorlardı.  Ders kitaplarıyla okula gelmediği için uyarılan öğrenci önde, sırtındaki küfede kitap dolu olan bir hamal arkada, okula doğru geliyorlardı.

Hocası yine aceleci davranmıştı, kendisinden önce sınıfa girmişti!

Sınıfın kapısına geldi, ceketinin düğmesini ilikledi kendine çeki düzen verdi, kapıyı çaldı sınıfa girdi. Kapı kenarındaki çöp kutusunu ayağıyla biraz iteledi, küfeye sığacağı kadar bir yer açtı, küfeyi hamalla birlikte özenle oraya yerleştirdi hamalı gönderdi.

Arkadaşlarına döndü, arkadaşlar burası benim kitaplık dikkat edelim dedi.

Sınıftaki öğrencilerin gülmekten kasıklarına ağrılar giriyordu, o hiç ciddiyetini bozmadan,

Hocasına döndü, artık hiçbir derse kitapsız girmeyeceğim diye söz verdi. Geçti yerine oturdu.

Tarihçi Yıldız Hoca ne mi yaptı?

Gülmemek için kendini tutmayı denedi, ama o da çok fazla dayanamadı.

Nedense birde, askerlik dersi vardı. Haftada bir saat üniformasıyla bir asker derse gelirdi. Gelmesine gelirdi de askerlik konusunda kız öğrencilere ne öğretilebilirdi, insan hala merak ediyor.

Askerlik dersi hocası, o zamanlarda kışlada fiilen görev yapan üst rütbeli bir askerdi, işini de çok ciddiye alırdı, yani oldukça disiplinliydi hiçbir dersi kaçırmazdı!

Askerlik dersi hocası, 80 askeri darbesi sonrasında, (lisede verdiği derslerdeki başarısından olsa gerek) cunta yönetimi tarafından, kasabanın Belediye Başkanlığı görevine atanmıştı. Disiplinliydi demiştik ya Belediye Reisliği döneminde de aynı tutumunu devam ettirmeye heveslenmişti.

Tüm kasabayı çarşının içi ile sınırlı sanmasından olsa gerek, görev yaptığı dönemde kendisine, kasabanın herhangi bir mahallesinde rastlayan olmamıştı.  

Askeri cuntanın ilk icraatı vatandaşın sokağa çıkmasını yasaklamak olmuştu.

İşte bu cunta yönetiminin, kasabadaki uzantısının da ilk icraatı, çarşı esnafının dükkân önüne koyduğu bazı teşhir mallarının çarşıya çıkmalarını! yasaklamak olmuştu.

Sebebini, vatandaşın yürüme yoluna engel olunamaz, diye açıklamıştı, lakin oralarda zaten yürüme yolu yoktu ki!  

Zabıtalar işi gücü bırakmıştı. Esnafın teşhir mallarının sokak yasağına uyup uymadığının kontrolüne başlamışlardı.

Bilgi dağarcığı yönetmek eşittir yasaklamak kadar olan anlayış ülkeyi yönetiyordu.

Muhakkak hatırlayanlar çıkacaktır.12 Eylül askeri darbesinin yöneticileri yani cunta idaresi temizliğe çok meraklıydı, (Bu temizlik kelimesini, isteyen istediği anlamda anlayabilir) E-5 karayolu üzerindeki binaların beyaza boyanmasını emretmişti.

Emir demiri kesermiş ya, necip halkımız da ev, ahır, tahta kulübe, bahçe duvarı, ayırımı yapmadan kireci fırçayı kapıp önüne gelen her yeri beyaza boyamaya girişmişti.

Kasabanın ilk lisesi yarım asrı çoktan geride bıraktı, hangi akılsız akla hizmet edecekse onca yaşa ulaşmış ama beyin yerine bıngıldak taşıyan birileri! lisesinin adını değiştirmeyi kendilerine vazife edinmişlerdi.

Akla, mantığa, kasabaya, kasabalıya, hepsini bir kenara koysanız bile, bunun okula, okulda verilen eğitime ne gibi bir faydası olur diye, düşünme gafletine düşmeyin!

Bu, cevabı olmayan bir sorudur.

Ancak Bıngıldakgiller! birilerini fena atlamıştı.

Kasaba lisesinin vefakâr mezunları, okullarına yapılacak saygısızlığa, art niyetli bir girişime karşı, bayrak devri anlayışıyla, gözlerini de kırpmadan nöbetlerine dimdik davam ediyorlardı.

Nuri Öztürk