Kemal Anadol
27 Mayıs devriminin üstünden altmış beş yıl geçti. Bu yıldönümünde de aynı davranışlara tanık olduk. Tarihi kendilerine göre yeniden yazmak isteyenlerle, ezberlerini bozmak istemeyenler her zamanki gibi 27 Mayıs’a veryansın ettiler. 2022 yılında Yakın Kitabevinde yayınlanan “Ege Yazıları” adlı kitabımda “27 Mayıs’ın Anatomisi” başlıklı tam beş adet yazı kaleme almış ve artık bu konuya dönmemeye karar vermiştim. Ama geçen zaman içinde aynı yanlışların ısrarla yinelenmesinden rahatsız oldum. Genç kuşakları gerçek dışı yargılara yöneltecek açıklamalar karşısında konuyu irdelemek gereksinimi duydum.
Önce bir saptama yapalım. 27 Mayıs ile 12 Mart ve 12 Eylül darbelerini aynı kefeye koymak hangi anlayışın sonucudur? Birinci neden, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya kalkmak olabilir. İkinci neden karşı devrimci içgüdü ile bilerek ve isteyerek peşin yargılı davranmaktır. Üçüncü neden de popülizm sonucu siyasal konjonktürün üstünde sörf yapmaktır. Bu olasılıklar bazen tek tek bazen de tümüyle geçerlidir.
Elbette genel olarak askeri ve sivil darbelere karşı olmak demokratlığın doğal sonucudur. Bu tavır hem ülkeler hem de tüm dünya için doğru tavırdır. Özellikle ilerici ve giderek solcu olmanın da gereğidir. Ama bu kuralın istisnası yok mudur? Örneğin 25 Nisan 1974 günü küçük rütbeli subayların yaptığı “Portekiz Karanfil Devrimini” nereye koyacağız? 1930’lardan beri devam eden faşist rejime karşı yapılan bu hareket olmasaydı ne Portekiz’e demokrasi gelecek ne de Portekiz Avrupa Birliği üyesi devletlerden biri olacaktı!
Başta kendine sol liberal diyenlerden çeşitli guruplara yansıyan 27 Mayıs karşıtı söylemlere karşın az da olsa ezber bozan çıkışları da görüyoruz. Ömrünü sosyalizm mücadelesine adamış değerli yazar Atilla Aşut’un 31 Mayıs 2025 günü Birgün Gazetesinde “27 Mayıs deyince” başlıklı yazısını 27 Mayıs karşıtlarına öneririm. M. Ali Aybar, Korkut Boratav, Muzaffer Erdost, Süleyman Ege gibi solda tartışmasız isimler 27 Mayıs’ı hep devrim olarak nitelemişlerdir.
Ayrıca benim gibi 27 Mayıs 1960 gününü yaşayanlar gittikçe azalıyor. O yıl Ankara Hukuk Fakültesi ikinci sınıf öğrencisiydim. Gemi azıya alan Demokrat Parti (DP) iktidarının CHP’ni kapatmak ve kendi tek parti iktidarını oluşturmak amacıyla yürütme ve yargı yetkileriyle donatılmış, on beş DP’li milletvekilinden oluşan TBMM “Tahkikat Komisyonuna” tanık olan kuşaktanım. İstediği kişileri yargılayan ve hüküm veren, gerekçesiz gazete ve matbaa kapatan bu komisyon, düşünün tarihimizde görülmemiş biçimde TBMM tutanaklarının yasaklanmasına bile karar verebiliyordu! Bu komisyonun kararları kesindi, itirazı mümkün değildi. Merhum Bülent Ecevit 27 Mayıs’tan sonra bir köşe yazısında Demokrat Parti’yi mercek altına yatırıyordu. Bu dönemde bireysel ve siyasal ahlâkın nasıl çürütüldüğünü anlatıyordu.
“(…) DP’den kuvvet olarak arta ne kaldıysa içimizdeki olandır. Kimimiz içinde daha çok, kimimiz içinde daha az, kimimizde daha güçlü, kimimizde daha cılız… DP’den hemen her birimizin içinde bir parça vardır. Yenilmesi güç, ama yenilmesi gerekli olan, dışımızdaki değil, içimizdeki DP’dir. DP kendi içimizde bize ‘Nüfuzluya kul köle ol! diyendir. DP kendi içimizde bize ‘Hürriyetten önce rahatlık!’ diyendir. DP kendi içimizde bize ‘Doğruluktan önce menfaat!... Onurdan önce para!’ diyendir. DP kendi içimizde kendimizi aldatan, tatsız gerekçelere gözümüzü örten, ezilenlerin iniltisine kulak tıkayandır. DP kendi içimizde her birimize ‘Sana mı kaldı bu dünyayı düzeltmek’ diye diye dünyayı her kötülüğe boş bırakmak isteyendir.”
Gelelim somut olaylara… 27 Mayıs ile 12 Mart ve 12 Eylül’ü aynı kefeye koyanların açıklamaları gereken sorulara… 27 Mayıs 1960’tan önce Nazım Hikmet’in değil kitabını, cebinde iki dizesini taşıyan kişi doğrudan ağır ceza mahkemesine gönderiliyordu. 27 Mayıs’tan sonra başta Doğan Avcıoğlu olmak üzere aydınların çıkardığı YÖN Dergisi Nazım Hikmet’in “Kuvayı Milli Destanını” yayınlayarak bir tabuyu yıkmış ve dünyanın hayran kaldığı büyük ozanımız ancak 27 Mayıs sayesinde Türk okurlarıyla tanışabilmişti. 12 Mart 1971 darbesinde ise Nazım Hikmet’in şiirleri ve tüm sol eserler yasaklanmıştı. O kadar ki, 1971 Birleşmiş Milletler ÜNESKO kararıyla “Dünya kitap yılı” ilân edilmişken, Türkiye’deki sobalar ısınmak için değil, yasak kitapları yakmak üzere kullanılan bir aygıta dönüşmüştü!
27 Mayıs ülkemize önemli ölçüde düşünce ve örgütlenme özgürlüğü getirdi. 12 Mart 1971 muhtırasını veren ordunun Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç ise darbe gerekçesi olarak “Sosyal gelişme ekonomik gelişmeyi aştı” diyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk legal sosyalist partisi Türkiye İşçi Partisi (TİP), 27 Mayıs’ın getirdiği özgürlük ortamında 13 Şubat 1961 tarihinde kurulmuş ve 1965 seçimlerinden sonra parlamentoda yerini almıştı. 12 Mart darbesinden sonra TİP sıkıyönetim mahkemesi kararıyla kapatıldı.
27 Mayıs 1960’ta Milli Birlik Komitesi kuruldu. Komitenin 11 Aralık 1960 günü çıkardığı 157 sayılı kanunla 1961 Anayasasını yapacak Temsilciler Meclisi seçimleri yapıldı. Bu seçimler günümüzde partilerin milletvekili adaylarını belirlediği merkez yoklamalarından çok daha demokratik biçimde gerçekleşti. Adayların seçiminde köy derneklerinden birer üye, mahalle muhtarları, ilkokul başöğretmenleri, ortaokul ve lise müdürleri, barolar, ziraat, ticaret, sanayi tabip, veteriner, eczacı, esnaf oda temsilcileri, işçi sendikaları, öğretmen teşekkülleri, gazeteciler cemiyet ve sendikaları oy kullanarak; baro, eski muharipler, işçi sendikaları, gençlik, üniversite, öğretmen, esnaf, tarım ve yargı organlarından oluşan Kurucu Meclis adaylarını seçtiler. Kurucu Meclis’te CHP ile CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi) üyeleri de bulunuyordu. Anayasa Komisyonunda Tarık Zafer Tunaya, Muammer Aksoy, Turan Güneş, Doğan Avcıoğlu, Mümtaz Soysal, Bahri Savcı gibi ülke düzeyinde değerli üyeler görev almıştı.
Bu arada siyasal çalışmalara izin verilmiş, DP’nin boşluğunu dolduracak Yeni Türkiye Partisi (YTP) ve Adalet Partisi (AP) gibi partiler kurulmuştu. Kurucu Meclis’ten çıkan Anayasa 9 Temmuz 1961 günü halkoylamasına sunuldu. CHP Ankara İl Gençlik Kolu Başkanı olarak sandıklardaki temsilcilerimize kumanya dağıtmamızı yaşamımın önemli anılarından biri olarak koruyorum. Anayasa %61.74 Evet, %38.26 Hayır oylarıyla kabul edildi.
Bu Anayasada demokrasi tarihimizde ilk kez güçler ayrılığı yer alıyordu. Anayasa Mahkemesi, Cumhuriyet Senatosu, Devlet Planlama Teşkilatı, Basın İlân Kurumu gibi kuruluşları bu Anayasa demokrasimize armağan etmiştir. İşçi sınıfına sendikal hak ve özgürlükleri, grev ve toplu sözleşme gibi olanakları bu Anayasa tanımıştır. Yargıç güvencesi, üniversite özerkliği, basın özgürlüğü, nispi sisteme dayanan seçimler bu Anayasa ile gerçekleşmiştir. Özetle 1961 Anayasası ulusal ve uluslararası düzeyde bir hukuk abidesidir.
12 Mart 1971 Muhtırası 1961 Anayasasını budamak, hak ve özgürlükleri kısıtlamak amacıyla verilmiştir. 12 Eylül 1980 darbesi ile, “Bu Anayasa bize bol geldi” denilerek 1961 Anayasası imha edilmiştir. Yerine cuntanın atadığı kişilerden oluşan bir Danışma Meclisi Kurulmuş ve halkımıza giydirilen deli gömleği 1982 Anayasası getirilmiştir.
Bu durumda hangi izan ve insaf ölçüsü ile 27 Mayıs’la 12 Mart ve 12 Eylül aynı kefeye konulabilir?
Şimdi 27 Mayıs’a gölge düşüren Yassıada duruşmalarına ve Başbakan Adnan Menderes, Maliye Bakanı Hasan Polatkan ile Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun idamlarına… Peşin olarak söyleyeyim. Kişisel olarak her insanın idamına karşıyım. Hele politik nedenlerle yapılan idamlar tam anlamıyla insanlık dramıdır. Bu idamlara amasız ve fakatsız karşı çıkmak gerekir. Bu konuda İsmet İnönü’ye haksız yere iftira atılmakta ve İnönü bu idamların sorumlusu olarak nitelenmektedir. Oysa İnönü o günün MBK Başkanı Cemal Gürsel’e yazılı olarak başvurarak idamlara karşı çıkmış ve bu konuda çaba harcamasını istemiştir. Bu başvurunun belgesi Doğan Yayınlarından çıkan Filmi Geriye Sarınca adlı kitabımda yer almaktadır. Menderes, Polatkan ve Zorlu çok büyük haksızlığa uğramışlardır. Politik uygulamaları nedeniyle canlarını vermişlerdir. Ancak bu gerçek onları demokrasi kahramanı yapmaz. Olaylara ve kişilere siyah/beyaz bakmak bizi objektif olmaktan uzaklaştırır. Tarih ise günlük siyasal tartışmalardan değil gerçek olaylardan ve belgelerden oluşur. Üç idamın 27 Mayıs’ı gölgelediği tartışma dışıdır. Ama bu idamlar nedeniyle, ülkeye çağdaş hak ve özgürlükleri getiren 27 Mayıs’ı, 12 Mart ve 12 Eylül’le bir tutmak ya bilgisizlikten ya da önyargıdan gelmektedir kanısındayım.
Okurlarımın bayramını hak/hukuk/ adalet özlemiyle kutlar, esenlikler dilerim.