29 Nisan 1960 sabahı Ankara Hukuk Fakültesine çıkan merdivenleri tırmandığımda kendimi büyük bir kalabalığın içinde buldum. Ortalık sözcüğün tam anlamıyla ana baba günüydü. Okulun bahçesine toplanan öğrenciler Kurtuluş’tan Cebeci’ye uzanan alanı “Menderes istifa” belgisiyle (Sloganı) inletiyorlardı. TBMM’de Demokrat Parti’nin (DP) CHP’ni kapatmak amacıyla kurduğu “Tahkikat Komisyonu” bir gün önce İstanbul Üniversitesi öğrencilerini ayaklandırmış, Orman Fakültesi öğrencisi Turhan Emeksiz polis kurşunuyla can vermişti. İktidar çareyi İstanbul ve Ankara’da sıkıyönetim ilân etmekte bulmuştu. O günlerde iki iletişim aracı vardı. Biri radyo ki DP’nin borazanı haline gelmişti; ikincisi de gazetelerdi. Onlar da sansürleniyor, boş beyaz sütunlar halinde çıkıyorlardı. Fısıltı gazetesi ve İstanbul’dan gelen görgü tanıkları durumu Ankara’ya yansıtmakta gecikmemişlerdi. Ceplerinde çakı bile bulunmayan öğrenciler Gazi Osman Paşa’nın Plevne savunmasına yakılan türküyü güncelleştirmişlerdi:
Olur mu böyle olur mu?
Kardeş kardeşi vurur mu?
Kahrolası diktatörler
Bu dünya size kalır mı?
Ben de hemen koroya katılmıştım. Marş biter bitmez bağırıyorduk:
“Menderes istifa… Menderes istifa…” Cebeci Caddesi’nin sol yanına sıralanmış polisler dikkatle bize bakıyorlardı. Yürüyüş filan yapmıyor, okulumuzun bahçesinde iktidarı protesto ediyorduk. Hemen bitişiğimizdeki Mülkiye (Siyasal Bilgiler Okulu) öğrencileri de pencereden bize bakıyorlardı. Polislerin başında Ankara Emniyet Müdürü Niyazi Bicioğlu vardı. Onun talimatıyla ilerleyen polisler Mülkiye ile aramızdaki dar yolu iki okul öğrencilerinin birleşmesini önlemek için kapattılar. Biraz sonra Ankara Valisi Dilâver Argun’la Emniyet Genel Müdürü Cemal Göktan da geldiler. Onlara da sürekli yuh çekiyorduk. Ne kadar zaman geçti anımsamıyorum. Çevreye yayılan nal sesleriyle birlikte bir süvari birliği göründü. En az on basamaklı taş merdivenlere tırmanan atları hayretle izliyorduk. Ankara Sıkıyönetim Komutanı Korgeneral Namık Argüç de geldi ve bahçedeki arabalardan birinin üstüne çıktı. Herkes alkışlıyordu: “Varol Paşa baba”. Askeri polisten ayırmak istiyorduk. Gürültüyü önleyemeyen komutan sinirlenince bağırmaya başladı. “Susun be! Yoksa ben susturmasını bilirim!” Bu kez uzun bir yuuuh sesi dalga dalga yayıldı. Böyle şeylere alışık olmayan Argüç sinirlenmişti ve bağırıyordu: “Ben size gösteririm!” Arabadan indi yanına Vali ve Emniyet Genel Müdürü geldiler. Onlar konuşurken Mülkiye’nin de bahçesi dolmaya başlamıştı. Polis anonsa başlamıştı. Bahçeyi boşaltıp okula girmemizi istiyor, öğrencileri coplayarak içeri sokmaya çalışıyordu. Sonunda başarılı oldular. Hepimiz içeriye girince peşimizden gelerek önüne geleni dövmeye başladılar. Polisten kurtulanlar ise dekanlık önünde toplanmaya başlamışlardı. Olay hızla Mülkiye’ye kayıyordu.
Benim ve çoğu öğrencinin bahçeyle ilişkimiz kesilmişti. Ama dışardan gürültüler geliyordu. Sesler gürültüden çıkmış düzenli sese dönüşmüştü. Meğer Namık Argüç Mülkiye’ye ateş emri vermiş! Yarım saat kadar süren makineli tüfek ateşi son bulmuştu. Mülkiye’nin duvarları delik deşik olmuş. Bu delikler uzun süre silinmeyecek ve ibret olsun diye bırakılacaktı. Polisler akşama doğru öğrencileri birer birer bıraktılar. Olayı duyan ana babalar fakültenin karşısında heyecanla çocuklarını bekliyorlardı. Akşam radyodan Sıkıyönetim kararıyla Ankara ve İstanbul’daki üniversitelerin tatil edildiğini öğrendik. Yurtlarda kalanlar memleketlerine gideceklerdi. Bu tatil iktidarın işine yaramadı. Anadolu’ya yayılan öğrenciler başlarına gelenleri kendilerini merakla dinleyen hemşerilerine anlatıyorlardı. Ankara’da kalanların eline de büyük bir fırsat geçmişti.
O günlerde Kızılay Ankara’nın en hareketli alanıydı. Orduevinden başlayan bulvar, güzel bir bahçe içinde bulunan Kızılay Genel Merkezi’ne uzanıyordu. Büyük binalar, mağazalar karşılıklı sıralanıyordu. Sol taraftaki Büyük Sinema Ankara’nın en ünlü sinemasıydı. Bulvarın sonunda ve Kızılay merkezinin karşısında Cumhuriyet Ankara’sının simgesi olan Güven Park bulunuyordu. Daha yukarılarda ve çevrede çeşitli bakanlıklar vardı. Akşamüstü saat beşte çeşitli devlet dairelerinden çıkan memurlar Orduevi ile Kızılay arasında piyasa yaparlardı. Öğrenciler olarak bu saatleri değerlendiriyorduk. Yeterli kalabalık oluşunca Pilevne marşının söylüyor ve var gücümüzle bağırıyorduk: “Menderes istifa!”, “Hürriyet…Hürriyet…” Polisle coplarıyla üstümüze gelince yan sokaklara kaçıyor, biraz sonra tekrar geliyor ve tekrar slogan atıyorduk. Bu olay her akşam yinelenir olmuştu. Mayıs ayı başında Türkiye’ye konuk olarak Hindistan Başbakanı Nehru gelmişti. Onu havaalanında karşılayan Başbakanla birlikte Çankaya’ya gidecek tek yol Kızılay’dan geçiyordu. Meydan hürriyet anlamına gelen Fransızca liberté ve İngilizce freedom sözcükleriyle inliyordu! Okullar kapatıldıktan sonra yapılan gösterilerin en anlamlısı altı gün sonra gerçekleşti: 555 K! Yani beşinci ayın beşinci günü saat beşte! O gün görkemli bir kalabalık doldurmuştu alanı. Benim de içinde bulunduğum gurup yukarılardayken dikkatler Büyük Sinema önlerine yönelmişti. İnsanlar o tarafa akıyordu. Meğer Menderes aracından inmiş ve “Hürriyet… Hürriyet…” diye bağıran gençlerin arasına girmiş ve bağırmaya başlamış: “Kellemi mi istiyorsunuz?” Yanıt “Hayır” olmuş. “Hürriyet istiyoruz!” Ankara’nın kıdemli gazetecilerinden Emin Karakuş Menderes’in koluna girerek aracına bindirmiş ve olay yerinden uzaklaştırmış. Sonra yıllar süren bir dedikodu çıktı. Güya Deniz Baykal Menderes’in yakasına yapışmış. Baykal bunu Meclis kürsüsünden yalanladı. Daha sonra bu kişinin Vedat Dalokay veya Cemal Süreya olduğu söylendi.
21 Mayıs günü Harp Okulu öğrencileri nizamiyeden çıkarak Kızılay’daki Atatürk anıtına çelenk koydular. Öğrencilerin adımları aynı zamanda 27 Mayıs’ın ayak sesleriydi. 27 Mayıs 1960 günü radyolardan “Dikkat…Dikkat…” diyen Albay Alpaslan Türkeş’in sesiyle uyandık:
“Türk silahlı kuvvetleri kardeş kavgasını önlemek üzere idareye el koymuştur!” Sanırım ABD’yi rahatlatmak amacıyla duyuru devam ediyordu: “NATO ve CENTO’ya bağlıyız!”